26 Ocak 2016 Salı

'Kıyamete Son 99 Gün' Romanımın Tanıtım Yazısı


'Kıyamete Son 99 Gün' 
Romanımın Tanıtım Yazısı

            *** 2 Aralık 2029 akşamında, bilimsel olarak ispatlı, şok bir haber, bütün dünyaya dalga dalga yayıldı: "Kıyametin kopmasına doksan dokuz gün kaldığı kesinleşti."

            *** Dünyada, akla, hayale gelmeyecek bir kaos zincirinin oluşacağı ve insanlık tarihi boyunca beklenmiş tüm gizemli kehanetlerin, tek tek ortaya çıkacağı, son evre.

            *** Birbirinden tuhaf nitelikte, altı tane nadide kitabın rehberliğinde keşfedilmeye çalışılan, gizemli ve acımasız bir metafizik varlık: Lucipen.

            *** Cinayet ve intihar arasındaki sınır çizgilerinin belirsizleştiği, tüyler ürpertici nitelikte vahşet içeren, birbiriyle bağlantılı beş kanlı olay.

            *** Ateş, alev ve duman gibi faktörlerin, farklı zamanlarda belirsiz güçler vasıtasıyla, kendisine karşı oluşturduğu tuhaf olayların nedenini keşfetmeye çalışan, hayatını 'Esma-ül Hüsna'lar hakkında şiirler yazmaya adamış, münzevi bir şair.

            *** 18. yüzyılda yaşamış, İngiliz, mistik vizyoner William Blake ile 12. yüzyılın en önemli mutasavvıfı Muhyiddin İbn-i Arabi'nin kavramsal kabullerinin çatışması çerçevesinde, gizemlerle örülü bir ruhsal boyutu yansıtan, şeytani yol ile rahmani yol arasındaki zıtlıklarla hız kazanan, son derece heyecanlı bir kitap.
             
            *** Farklı kısımlarında içerdiği, on bir farklı youtube video linki vasıtasıyla, okurlarıyla interaktif iletişimin olanaklarını da kullanan, tamamen benzersiz bir distopik roman.

                 
                        POLAT ONAT


20 Ocak 2016 Çarşamba

"Kıyamete Son 99 Gün" Romanımdan Bir Bölüm


     İki yıldır üzerinde çalıştığım ve bir ay içinde yazımını bitirmeyi planladığım, yeni romanım "Kıyamete Son 99 Gün"den, tadımlık bir bölüm:



            77.GÜN       16 Şubat 2030       Cumartesi / 17.20         



            Öğlen yemeği esnasında, aşçım Edimah, ürkütücü bir olaydan bahsetti. İlk başta inandırıcı gelmedi. Ancak, dünyanın yok olmasına yirmi üç gün kala, her şeyin mantıklı bir çerçevede seyretmediği zaten belli. Bu nedenle, anlattıklarına yeterince ikna olduğumu belirtebilirim.


             Söylenenlere bakılırsa, şehrin büyük mezarlığından tuhaf sesler geliyormuş. Yer altından gelen uğultuların son birkaç gündür daha da arttığına, o çevrede oturan kişilerin hepsi şahitmiş. Ölülerin, yattıkları mezarda, kıyametin yaklaştığını hissedebileceklerine pek ihtimal vermiyordum. Fakat son zamanlarda, benim ummadığım ve beklemediğim o kadar çok olay gerçekleşmişti ki.

            İçimde, bu söylentiyi araştırma isteği uyandı. Evdeki herkes, artık sokağa çıkmanın, büyük ölüm tehlikesi oluşturduğunu öne sürerek, mezarlığa gitme isteğime karşı çıktı. Ama onları dinlemedim. Hiçbir riskin gözümü korkutmayacağı bir çizgide yaşamak, eskiden beri ideallerimden biriydi. Muhtemel vahşi hayvan ve insan saldırılarına karşı, tedbir olarak yanıma bir tabanca aldım. Oksijen maskemi takmayı unutmadım.

            Dışarı çıktığımda, karşımda neredeyse bir hayalet şehir vardı. Hemen hiçbir hayat belirtisi göze çarpmıyordu. Yol boyunca karşılaştığım bütün bitkiler kurumuştu. Gri bir hava,  toz, is, pus, duman. Ürkütücü ve sürreal bir ıssızlık tablosu, neredeyse somut olarak karşımda vücut bulmuştu.

            Kaldırımlara dikilmiş olan ve çevredeki parklarda mevcut ağaçların önemli bir kısmı tamamen kuruyarak yıkılmıştı. Kalanlar ağaçlar da kendi kendine aniden devriliveriyorlardı. Ara sıra, koca bir ağacın yere devrilmesinden oluşan ani gürültü haricinde, çevrede başka hiçbir ses yoktu.

            Mezarlığa yaklaştığımda bir başkalık hissettim. Duyduğum şeyi ses olarak tanımlamam, tam bir doğruluk içermeyebilir. Uğultu tabiri daha yerinde olacaktır. Dipten gelen, yeraltından yükselen tuhaf bir uğultu.

            Mezarlığın görkemli demir kapısı kapalıydı. İterek açtığımda, kısmen paslanmış menteşelerden, mevcut uğultuda bile duyulan bir gıcırtı yükseldi. İrice birkaç fare hızla kaçışıp, aniden gözden kayboldu. Cebimdeki tabancayı yoklayarak içeri girdim. Göz alıcı bir simetrik düzenle, ufka kadar uzanan on binlerce mezar taşının iç karartıcı kasvetini iliklerime dek hissederek yürümeye devam ettim. Yüzlerce yıldır bu mezarlıkta yatan ıssız kalabalığın görkemi, adeta ruhuma işliyordu. Mezarlığın içlerine doğru ilerledikçe mevcut uğultu artıyor, beraberinde, zemindeki toprağı hafifçe kıpırdatan bir titreşim oluşturuyordu.

            Mezarlıktan yükselen bu apaçık uğultu, sanki her dakika artıyor gibiydi. Ölülerin sabırsızlığı mıydı bu? Kıyametin yaklaştığını duyumsayan cesetlerin mezarlarına sığamayışı mıydı? Tekrar dirilişi arzulayan geçmiş insanların sevinç çığlıkları mıydı bunlar? Ya da mahşere kavuşmayı istemeyen kötücül ruhların, pişmanlıkla yalvararak ağlarken çıkardıkları hıçkırıklar mı? 

            Aniden şaşkınlığım daha da arttı. Çünkü az ilerde, kocaman görkemli yelesiyle irice bir aslan dikkatimi çekmişti. Rahatça yayılmış oturuyordu. Beni görünce hiç istifini bozmadı ve kıpırdamadı. İnanamayan gözlerle, daha da yaklaşarak baktım. Yanlış görmüyordum. Aslanın hemen yanı başında bembeyaz, pamuk gibi bir kuzu da vardı. Minicik kuzu, aslana sürtünerek yakın çevresinde koşturup duruyor, sanki onunla oyun oynuyordu. Devasa aslan ise kuzuyla hiç ilgilenmiyor, oturduğu yerde istirahatine devam ediyordu.

            Gördüklerim ve duyduklarım bana yetmişti. Hızlı adımlarla eve dönmek için yürürken, hafif bir yağmurun çiselemeye başladığını fark ettim. Gökyüzü, milyonlarca yıldır yoldaşlık yaptığı yeryüzünün bu can çekişen haline, sanki ağlıyor gibiydi.

                    POLAT ONAT