25 Şubat 2013 Pazartesi

Ahmet Küçükbaş: "Polat Onat ve İntihar Etmiş Bir Taşra Berberi" (Boyabat Gazetesi)


Polat Onat ve "İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü"

                               
Polat Onat ile tanışmamız… “Tanışmamız” dememiz uygun düşmüyor. Çünkü henüz ne şahsen, ne de telefonla görüşmüş ve tanışmız değiliz. Mecazi anlamda karşılaşmamız onun “Son” isimli şiir kitabı ile oldu. Polat Onat şiir kitabını müşterek bir dostumuz olan Özgür Cebeci’nin aracılığı ile gönderdi. “İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü” kitabı da aynı yoldan Polat Onat tarafından imzalı olarak geldi. Müşterek dostumuz, önceki kitabında olduğu gibi bu kitabına da eleştiri beklendiğini bildirdi. Son’a bir eleştiri yazamadık. Yazamamamızın nedeni, boş verme veya tembellik değildi. İlle de bir neden söylememiz gerekiyorsa buna “çekingenlik” diyebiliriz. Yani çekindik. Kendimi anlamadığım şiirler üzerine eleştirel bir yazı yazmaya yetkili görmedim. Çekindim ve yazamadım. Kendimi niye yetkili görmedim? Öncelikle şiirleri anlayamadım. İnsanın bir şiiri beğenmesi ve hatta beğenmemesi için anlaması gerekir. Anlayamadığımız, anlayamadığımız için hoşlanamadığımız bir şiir için yazı yazmak zor olabilir ama bir bakıma haddi aşmadır. Biz o haddi aşmamak için çok dikkat ederiz. Bir edebi tür olarak şiiri, konuşulan dilini iyi bilmediğimiz yabancı bir ülkeye benzetirim. Beğendiğim şiirler, beğendiğim şairler çoktur. Yani şiir sanatından hiç anlamayan, zevk almayan bir kişi değilim. Bir ölçüde şiirden de anlarım. Ama her şeye karşın şiir üzerine yazarken kendimi çok tedirgin hissederim. Bu tedirginlik sanırım bendeki bir yetersizlik duygusundan kaynaklanıyor. Şiiri bütün boyutları ile değerlendirememekten, hakkını tam verememekten korkuyorum. İnsanlar eleştirmenin dünyanın en kolay işi olduğunu sanırlar. Bu rahatlık ile kolaylıkla çizmeden yukarı çıkıverirler de farkında olmazlar. Eleştirirken kendileri eleştirilmeye müstahak olurlar. Almanya’da yaşayan değerli dostum, hemşerim Ozan Armani mahlaslı, Agop Yıldız bana “Mülteci Sayıldım Kendi Yurdumda” şiirini göndermişti. Şiiri çok beğenmiştim. Ama şiirin adı beni resmen vurmuştu: Mülteci Sayıldım Kendi Yurdumda… Agop Yıldız böyle güçlü bir ifadeyi söylemiş olabilir mi? Kendisine bir şey demedim ama başka bir güçlü şairden almış olabilir mi diye kuşkuya düştüm. Bunu bilse bilse sevgili arkadaşım İsa Kahraman bilir diyerek ona gönderdim. Kendisinden bu şiiri değerlendirmesini istedim. Güzel bir değerlendirme yaptı. “Buna benzer şu şairin şöyle bir şiiri vardır” demedi. Şimdi akıl edip google’dan soruşturdum. Karşıma hep Agop Yıldız çıkıyor. Bunu şiir konusundaki çekintimin bir örneğini vermek için anlatıyorum? Ben de merak çok… Resme de meraklıyım. Klasik ressamları da beğenirim ama en fazla empresyonist ressamların cıvıl cıvıl renkler ile bezediği resimleri hoşuma gider. Şu an kitaplığımda Raphael, Doumier, Watteau, Rubens, İngres, Leonardo da Vinci, Michelangelo, Renoir, Constable, Degas, Toulouse Lautrec, Manet, Monet, Turner, Gainsborough, Gauguin ile ilgili kitaplar var. Yani resim konusunda sıradan insandan biraz daha fazla bilgi ve zevk sahibi olduğum söylenebilir. Buna karşın, kübizm, sürrealizm, modern resim gibi çeşitli adlar verilen resim akımlarını anlayamıyorum. Çağımızın en büyük ressamı sayılan Picasso’nun resimlerini anlamıyorum ve beğenmiyorum. Ama ben anlayamadım diye “bu ressam iyi değildir, resimleri on para etmez” diyebilir miyim? Dersem kendimi resmen rezil etmiş olurum. Resimleri başyapıt sayılıyor. Adamın eskizleri bile dünya kadar para ediyor. Şiir konusunda da böyle... Beğendiğimiz, kitabını aldığımız şairler var. Lisedeki edebiyat hocamızın gayreti zor olanı başardı ve bize divan edebiyatını da sevdirdi. Aruz vezni ile yazılmış bir şiiri de hece ile yazılan şiiri de seviyoruz. Aklımızda hala böyle bir birkaç beyit, dörtlük bulunuyor. Her ne kadar ezberimizde değilse de serbest vezinle yazılmış bazı şiirler de hoşumuza gidiyor. Ama bu bize elimize aldığımız bir şiiri anlayamadık diye eleştirme, yerden yere vurma hakkı vermemeli. Ama ne yapalım ki Polat Onat bizi buna zorluyor. Ona karşı bir eleştiri borcumuz var. Bu yazı ile bunu ödemeye çalışıyoruz. Buraya kadar yazdıklarımız da o eleştirinin giriş bölümü sayılabilir. Yaşlandık. Artık bir kitabı okurken, yazarını da okuyoruz. Yazar kimdir, ne yazmış, nasıl yazmış, niye yazmış onu da anlamaya çalışıyoruz. Polat Onat 1979 İstanbul doğumlu… Samsun 19 Mayıs Üniversitesinde Sınıf Öğretmenliğini bitirmiş. 2000’de şiir yazmaya ve çeşitli dergilerde bunları yayınlamaya başlamış. “Son” ve “İhtiyarın Vefatı” isimli iki şiir kitabı var. Son kitabı “İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü” çok farklı. Farklılık 164 sayfalık kitabın yüzde 70’ini oluşturan 114 sayfalık önsözünden kaynaklanıyor. 44 şiire 114 sayfa önsöz… Kitabın adı ilginç: “İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü” Arka kapakta: “Bu kitap acaba ne? Monolog tarzı tuhaf bir oyunsal uzun hikâye mi? İronik bir postmodern kısa roman mı? Mükemmel imgelerin billurlaştığı dramatik bir intihar mektubu mu? Spesifik bir novella denemesi mi? Ben bunların hepsi de doğru demeyi tercih ederim. Ama son kararı her zaman olduğu gibi yine siz vereceksiniz. Evet, siz… ÂDEM YOKSUN” yazıyor. Haydaaa… Kitabı yazan Polat Onat değil mi? Kuşkuya düştük. Kitabın son sayfalarında Âdem Yoksun’un hayatının kısa bir öyküsü verilmiş: Âdem Yoksun 1972 yılında Nevşehir’in Kozaklı İlçesinin Yunak Kasabası’ndan doğmuş. Babası çiftçi, annesi ev kadını, İlk ve ortaokulu burada, liseyi Çankırı Korgun Endüstri Meslek Lisesi’nde okumuş ama bitirmeden memleketine dönmüş. Askerliğini Ağrı Patnos’ta yapmış. Askerlikten sonra berberliğe başlamış. Okumaya, yazmaya başlamış ve yazdığı şiirleri Kozaklı’nın Sesi, Nevşehir Hâkimiyet, İç Anadolu Haber gibi yerel gazetelerde yayınlamış. 2010 yılında bilinmeyen bir nedenle hayatına son vermiş. Altında bir açıklama www.biyografi.com sitesinden alınmıştır. Âdem: Yani adam, yani insan… Yoksun:  Yani bazı şeylerden nasibi olmamış mı veya gerçekte mevcut değilsin, sen sanal bir roman karakterisin mi? Acaba? Adı ve soyadı sanal görünüyor ama Âdem’in kısa hayat öyküsü ise çok gerçek görünüyor. Karara varamıyoruz. Sonra yayıncının notunu inceliyoruz: “Batman’da yaşayan Son ve İhtiyarın Vefatı adlı şiir kitapları ilgiyle karşılanmış olan Şair Polat Onat, imzalı kitap aramak için uğradığı sahafta Âdem Yoksun adlı bir berbere ait şiir dosyasına rastlamış ve içinde birbirinden ilgi çekici tespitleri fark edince çok heyecanlanıp bize yollamıştı. Âdem Yoksun intihar ederek bu dünyadan ayrılmadan önce şiir dosyasının başında önsöz olarak yer verdiği, ilginç bir roman olarak da okunabilecek bir manifestoya imza atmış meğerse…” Sonra; bundan sonrasını anlatan; Polat Onat’ın; Âdem Yoksun’un özgün çalışmasından nemalanır görünmemek için adını vermekten çekindiği ama sonra ikna edilerek adının kitaba konulmasına razı olduğu açıklaması ve teşekkür. Âdem Yoksun’a rahmet… Âdem Yoksun semboller içeren adına karşın gerçek görünüyor. Ama öte yandan şair olarak bildiğimiz, arada ortak dostumuz olan Polat Onat… Polat. Onat. Şiirlerinin hiç birinde kafiye yok ama adı ve soyadı kafiyeli… Acaba takma bir isim mi? Sanat ve edebiyat dünyasında takma isim kullanma âdeti hem eski hem de yaygındır. Yoksa Polat Onat’ın gerçek adı Âdem Yoksun mu? Ya da tam tersi… Biz Âdem Yoksun’u sanal bir kişilik sanırken Polat Onat mı sanal bir kişilik? Daha kitaba başlayamadan ikileme düştük. Kitabın başında “spesifik bir novella denemesi” açıklaması var. Nedir novella? Daha önce duymadığımız bu sözcüğün ne demek olduğunu öğrenmek lazım. Pars Tuğlacı’nın 6 ciltlik, 3 bin sayfalık Okyanus Ansiklopedik Sözlüğüne bakıyoruz. Yok! Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Lügat’inde yoktur zaten. Bakmıyoruz. Bateş’in seksenli yıllarda yayınladığı Büyük Türk Sözlüğü’nde yok. Son olarak Türk Dil Kurumunun güncel sözlüğüne müracaat ediyoruz. Nedir bu “Novella” diye soruyoruz. Ne çıksa beğenirsiniz? "novella sözü bulunamadı. 26 Eylül 2006 tarihinden itibaren 90.141.357 kez söz arandı." Arayan bulurmuş. Sözlüklerde bulamadık ama Büyük Larousse’da bulduk. Daha önce aynı imparator döneminde yayınlanmış bir yasaya sonradan eklenen temel yasa. Bizans imparatoru emirnamesi. Sonra bir alt açıklama buluyoruz: “Novellino.” Floransa’da hazırlanan anonim İtalyan öykü derlemesi. Daha kitaba başlamadan bizi böyle zorlayan gerçek görünen Âdem Yoksun mu, yoksa Polat Onat mı bilemiyoruz. Elimize aldığımız kitabın bir şiir kitabı mı, yoksa adını bile zorlukla öğrenebildiğimiz yeni bir edebi tür mü anlayamadık. Ama esas zorluk okumaya başlayınca karşımıza çıktı. Okuyoruz, okuyoruz ama bir şey anlayamıyoruz. Önce bir ölçüde anlaşılabilir cümleler bize hoş geldin diyor. Yazar kitap bitince intihar edeceğini ve dikkatle okunmasını istiyor. Biz de onun dediği gibi yapıyoruz. Olanca dikkatimizi vererek bu hayat memat cümlelerini okuyoruz. Ama giderek okuduğumuz cümlelere anlam vermek zorlaşıyor. Anlam veremediğimiz cümleleri dönüp tekrar okuyoruz. Olmadı. Bir defa daha okuyoruz. Gene anlayamıyoruz. Bir tuhaflık var. Cümleleri ayrı ayrı inceliyoruz. Sözcükler doğru kullanılmış. Görünürde bir olağan dışılık görünmüyor. Ama cümleler birbirine devamı değil.  Bu cümleler peş peşe gelerek belirli bir fikir oluşturmuyor. Her bir cümle farklı telden çalıyor. Hepsi bir araya gelince anlayabileceğimiz bir şarkı çıkmıyor. Giderek direncimiz, okumak için kararlılığız azalıyor. Kaç sayfa oldu diye bakıyoruz. Önsöz denen bu bölüm kaç sayfaydı bakıyoruz. 114 sayfa. Bırakıversek mi acaba? Kendi kendimizle bir mücadele başlıyor. Bırakıvermekle bırakmamak arasında bocalayıp duruyoruz. Şimdilik ara vermekte karar kılıyoruz. Okumayı bir başka geceye bırakarak kitabı kapatıyoruz. Kapatıyoruz ama ayracı koyduğumuz sayfada paragraf arası verilmemiş. Dönüp şöyle bir bakıyoruz. Bölüm ya da paragraf araştırıyoruz. İnanılır gibi değil. 114 sayfalık metinde bölüm yok hatta bu kadar uzunu paragraf sayılırsa tek bir paragraf…  Hadi anlaşılır, akıcı bir metin olsa, neyse başlar bitirmeden bırakmazsınız. Öyle değil, anlamak için aynı cümleyi tekrar tekrar okumak. Olmadı deyip cümlenin bölümlerini ayrı ayrı okuyup anlamaya çalışmak… İnsanda sabır, tahammül bırakmıyor. Her gece bırakmak bırakmamak ikilemi arasında kararsız geçen yaklaşık üç hafta… Haftada bir bazen iki kitap okuyan bir kişi için bir kitabı okumaya hasredilen 21 gün… İleriki sayfalarda ilgili şiirin adı ve sayfa numarası koyu renkle verilmiş. Şiiri de anlayamıyoruz. Belki anlarız diye bu cümlelerle birlikte karşılaştırmalı olarak şiiri okuyoruz. Bu çabamızın da bir yararı olmuyor ama ayracı tam bu sayfalara koyuyoruz. 114 sayfalık metnin içinde ayırmak için tek şey bu şiirlerin adının ve sayfasının bulunduğu yerler... Mademki Polat Onat veya rahmetli Âdem Yoksun benden bir eleştiri bekliyor. Bu eleştiriyi bana saç baş yolduran bu önsöz tarzında, onun kadar uzun ve paragrafsız bir metin olarak yapıp, intikam almak isteği aklıma düştü. Bilmem ki başarabilir miyim? Ama o kadar uzun yazmak için zaman bulacağımdan emin değilim. Yazabildiğim kadar yazmak ve yazdıktan sonra bütün paragrafları birleştirip tek bir metin olarak göndermeyi deneyebilirim diye düşündüm. Eğer sabredip bu satırlara kadar okuyabilseniz, siz paragraflı, bazı bölümler koyulaştırılmış olarak okuyorsunuz. Ama yazar Polat Onat’a düz bir metin, tek bir paragraf olarak göndereceğim. Biraz da kitaptaki yazar veya yazarların üslubundan söz edelim: Yazar ne Arapça-Farsça bırakmış, ne de İngilizce ile Fransızca bırakmış. Osmanlıca lügati de Türkçe Sözlüğü de paramparça etmiş. Ben kendi payıma İngilizcesi yerine Arapçasını, Arapça yerine Türkçesini yeğlerim. Ama kitapta henüz sözlüklere geçmemiş sözcükler bile var. Nerede başladığı, nerede bittiği belli olmayan uzun cümleleri anlayacağım diye kendini zorlarken, bu sözcük çeşitliliği insanda manevi bir işkence duygusu uyandırıyor. Rastgele bir örnek verelim: “Yaşça kendimden küçük herkesi genç telakki etmek gibi kuruntulardan kurtulmam şu aşamada zor görünüyor. Sağır insanların güzel şarkılar söylediğini hiç duymadım. KALEM (Sayfa: 154) şiirime nikbin mülahazalarla mütalaada bulunursanız, müşahhas manada müştak kalacağım. Elektrik faturalarında kayıp-kaçak oranlarının düşürülememesi ve bedellerinin abonelere yansıtılması içimde her dem kanayan yaradır. Hava kirliliği desen, ozon tabakasındaki deliğin genişlemesine müteakip, küresel ısınmanın etkileri sürekli yukarı seviyelere ulaşıyor…” Yazı aynen böyle sayfalar boyu, psikiyatrinin “dikişsiz konuşma” dedikleri türden, cümleler katarı olarak devam ediyor da ediyor. Bu satırları okuyan bir psikiyatrist yazarın ciddi psikiyatrik sorunları olduğunu hemen anlayabilir. Eğer zavallı adam intihar etmekte acele etmeseydi ve yazdıkları bir psikiyatrist tarafından okunmuş olsaydı, belki de intihardan vazgeçirilebilirdi. Rahmetliye yazık olduğunu düşünüyoruz. Ama intihar ederek acılarına son verdiğini bir bakıma kurtulduğunu da düşünmek mümkün. Kitabın tamamı bu şekilde mi diye soracak olursanız; arada bize derin bir mutluluklar veren, ne demek istediğini bir okuyuşta anlayabildiğimiz bölüm diyemiyoruz, çünkü bölüm yok, cümleler var. Birincisi ev sahibi hanım teyzenin konuştuğu cümleler, ikincisi de Âdem Yoksun’un trenle yaptığı yolculuğun anlatıldığı cümleler. Ama ne yazık ki onlar da pek fazla değil. Bu cümleler su altında kalmış birine nefes alma fırsatı gibi tarifi imkânsız mutluluk molası oluyor. “Bende bir sorun yok” diye düşündürtüyor. Sorunun metinde ve bu metnin yazarında olduğunu hissettiriyor. Bu kitabı okumak veya bırakmak ikilemlerini yaşadığım gecelerde aklıma Peyami Safa’nın “Bir Tereddüdün Romanı” romanı geldi. Bu romanı ilk olarak öğrenciliğim sırasında biraz da bunalımlı günlerimde okumaya çalıştım. Kaç defa elime aldım kaç defa iç bunaltıları ile bıraktım bilemiyorum. Psikolojik roman türünün en güzel örneklerini veren bir yazar olarak Peyami Safa okuyucusuna bunalımı derin bir şekilde hissettirir. Fakat kitabın başındaki bunaltıcı hava ileri bölümlerinde dağılır. Ama “İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü” başladığı gibi devam edip, başladığı gibi bitti. Son cümleler: “İpi hazırladım. Veda edecek sizden başka hiç kimsem de yok zaten. Elveda demenin zor olduğunu sanırdım ama o kadar da ıstırap verici değilmiş. Size esenlikler dilerim. Bu kadar yeter. Bana acımanızı istemem. Anlayamadınız biliyorum. Böyle bitecek. Hayat işte!” Bu önsözü Âdem Yoksun yazdı ise, bu önsöz aslında onun son sözü olmuş. Âdem Yoksun 38 mutsuz yıl geçirdikten sonra hayatına son vermiş. Yazdıklarını okuduğumuz zaman birçok şeye karşı isyan duyguları içinde olduğunu anlıyoruz. Dikişsiz konuşma türünden birbiri ile bağlantı kurulmamış dikişsiz cümlelerle meramını tam olarak anlatabildi diyemeyiz. Yazdıklarını bir uzman psikiyatrist daha iyi değerlendirebilir sanıyoruz. Eğer kuşkulandığımız gibi Âdem Yoksun diye biri yok ve bu önsözü Polat Onat yazdı ise iyi bir iş çıkarmış, hayali bir kahraman ve marazi bir tip olarak Âdem Yoksun’a oldukça gerçekçi bir kişilik kazandırmış. Kabul etmeli ki bu azımsanacak bir başarı değildir. Biz kitapla bu kadar meşgul iken, Zaman Gazetesi Polat Onat ile bir röportaj yapmış. Onlarda bir karara varamamış olmalı ki; röportajın başlığı “Bir edebi oyun mu, veda mektubu mu?” şeklinde bir soru… Röportajda “Polat Onat’ın yeni kitabı hem edebi bir oyun, hem de bir şairin manifestosu olarak okunabilecek ilginç bir eser” olarak takdim ediliyor. Polat Onat da “Herkesin yaptığı şeylerin en iyisini yapmaktansa, hiç kimsenin denemediği şeylerin en kötüsünü yapmak daha ilgi çekici ve gerekli gibi geliyor bana. Son ve İhtiyarın Vefatı adlı kitaplarım günümüz Türk Şiiri’ndeki genel çerçeveye pek uymayan, etkin çevreler tarafından kısmen yadırganmış çalışmalardı. Dolayısı ile baktım, bana şiirden pek ekmek yok, şiirlerimi roman kisvesi altında sunmaya sıvandım. Poetik denemelerimi öykü kılığında dolaşıma soktum diyebilirim” diyerek amacına açıklık getiriyor. Âdem Yoksun’u da kendine has, takıntılı ve tuhaf bir kişilik olarak tanımlıyor. Polat Onat’ın söylediklerini anlayabiliyoruz. Âdem Yoksun’u da niye anlayamadığımızı anlıyoruz. Bu yazıyı intikam duygusu ile uzattıkça uzattık. Yazımızın bazı bölümleri gerçek, bazıları ise latife etmek için abartılmış, kimi yerde anlamazlıktan gelinmiştir. Bunları öncelikle Polat Onat’ın sonra da okuyucunun anlayışına bırakıyoruz. Yazarlık yolunda herkesin gittiği yoldan gidip gitmemek, Polat Onat’ın kendi tercihidir. Bunu tercih ettiyse bize bu tercihi eleştirmek düşmez. Ancak yazılanları birileri alıp okuyacaksa, okuyucuyu bu kadar zorlamak bir tercih olamaz. Marazi bir karaktere bu kadar başarılı bir şekilde can verebilen kişinin yetenekli olduğu kuşku götürmez. Yazar bu yeteneğini okuyucusunu bezdirmek için kullanmamalıydı. Özgün olmaya özgün, ama rahmetlinin monologunun bu kadar uzun tutulması hiç iyi olmamış. Âdem Yoksun’a Allah’tan rahmet, Polat Onat’a da daha az özgün, ama daha fazla anlaşılır eserler diliyorum. Çizmeyi aştı isek affola…

AHMET KÜÇÜKBAŞ
25 Şubat 2013 / Sinop



16 Şubat 2013 Cumartesi

Bursa Şehbenderler Konağı Kütüphanesi ve Sarı Kedi

Bursa Şehbenderler Konağı Kütüphanesi

İnsanların neden kitap okumak, ders çalışmak ve araştırma yapmak için kütüphaneye gittiği olgusu, benim bir türlü anlamlandıramadığım bir husustur. Tüm bunları evde oturarak, tek başıma yapmayı tercih ederim ben şahsen. Ama arada sırada bile olsa kütüphaneleri gezmek ilginç oluyor doğrusu. 

Bursa'da Setbaşı'nın üst tarafındaki yokuş sokaklardan birinde hoş bir kütüphane keşfettim. Tarihi bir mimariye sahip güzel bir yapı Şehbenderler Konağı Kütüphanesi. 

Murat Aksel'in bağışladığı zengin bir kitap koleksiyonunu bünyesinde barındırıyor bu ilgi çekici kütüphane.

Ortamın atmosferi ve dekorasyonu bir kütüphaneden çok, şık bir kafeteryayı çağrıştırdı bana. Ki bence bu benzetme, bir kütüphane için iltifat kabul edilebilecek bir tespittir.

Dediğim gibi kitap arşivi zengin, görkemli bir koleksiyon sergileniyor. Ancak gözlemlediğim kadarıyla burasının müdavimleri, kütüphanedeki kitapları inceleyip okumaktan çok, beraberlerinde getirdikleri test kitaplarındaki soruları sessiz bir ortamda çözmek için gelen kişilerden oluşuyor.

 








Baktım, fotoğraf çekip durmam nedeniyle kütüphane sakinlerini rahatsız ediyorum, yavaşça dışarı çıktım. Bir kediye rastladım kapının önünde. Sarı bir kedi. Sakin ve telaşsız bir kedi. Tüm kedilerden daha değişik bir kediydi. Ya da bana öyle geldi, bilemiyorum. Beraberce yavaş yavaş yokuştan aşağı yürüdük. Yani gerçek hayata doğru...  

10 Şubat 2013 Pazar

Serkan Çelik'ten "İhtiyarın Vefatı" İçin Mektup



Kıymetli arkadaşım Serkan Çelik'e 
"İhtiyarın Vefatı" kitabım hakkındaki yorumlarını içeren, bu samimi mektubu yazdığı ve burada paylaşmama izin verdiği için çok teşekkür ederim.



9 Şubat 2013 Cumartesi

Bursa Ormancılık Müzesi


Bursa'da Çekirge'den Altıparmak'a doğru çıkarken, sağ tarafta kalan bu güzel müze mutlaka gezilmesi, görülmesi gereken hoş bir mekan. Dizaynı, mimarisi çok mükemmel, içeriği zengin. Tavsiye ederim.