30 Temmuz 2013 Salı

Şiirin Müntehir Prensi veya Adem Yoksun Sendromu

Abdulkadir Akdemir


ŞİİRİN MÜNTEHİR PRENSİ
 veya 
ÂDEM YOKSUN SENDROMU

     Kitabın tam olarak ismi: “İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü” Kitabın hangi türde yazılmış olduğunu kestirmek ziyadesiyle güç. Hangi kriterlere göre değerlendirsek diğer yönü eksik kalacak biliyorum. Kitabın arka kapak yazısında da bundan dem vurulmuş:

     "Bu kitap acaba ne? Monolog tarzı tuhaf bir oyunsal uzun hikâye mi? İronik bir postmodern kısa roman mı? Mükemmel imgelerin billurlaştığı bir şiir dosyası mı? Manifestovari bir poetik metin çalışması mı? Dramatik bir intihar mektubu mu? Spesifik bir novella denemesi mi? Ben, bunların hepsi de doğru, demeyi tercih ederim. Ama son kararı her zaman olduğu gibi yine siz vereceksiniz. Evet siz."

     Kitabı bu şekilde okuyucuya tanıtmak aslında bir yerde risk gibi duruyor. Ne olduğunu bilmediği bir esere esas okuyucu temkinli yaklaşacaktır. İşin ucunda beklentiyi karşılama, arayışa çare olma meselesi yatıyorsa bu gerçekten büyük bir sorundur.

     Burada şunu üstüne basarak, altını çizerek söylemekte fayda var ki, bu kitap son yılların önemli yayınlarından biri. Birçok özelliği bakımından öne çıkan, fark edilmeyi bekleyen bir kitap. Bu kitabı ne için okuduğunuz bitirip bitirememeniz açısından başat faktör olacak. Örnek verecek olursam kitabı ilk kez okumaya başladığımda poetik çıkarımlarda bulunmak amacındaydım. Güç bela elli sayfa okuyabildim, daha fazlasına zorlayamadım kendimi.

     Kitap bir bileşke aslında. Âdem Yoksun ve psikolojisi etrafında dönen, daha çok şiir üzerine düşüncelerinden, hayallerinden oluşan bir bileşke. Poetik anlamda fazla ciddiye alarak kitaba başlamanın sorun olacağını söylemek lazım. Bunu bizden isteyen aslında kahramanımızın kendisidir: “Bizi gereğinden çok ciddiye alan insanlarla, hiç ciddiye almayan insanlar arasında yalpalamak ne kadar zordur bir bilseniz. Yaptığım işi değerlendirmek yerine beni bir yerlere konumlandırmaya çalışan zihniyetten epey bunaldım.”

     Bunun yanında her ne kadar fazlasıyla öznel olsa da yaşadığı günün edebiyat ve şiir ortamının fotoğrafını çekmesi açısından önemli bir tarafı da var kitabın: “Sorarım size; görkemli olma derdini varoluş gayesi olarak sevinçle açımlayan kof dizeler ne zamana kadar dergilerde baş tacı edilmeye devam edecek? Bu trajik çağrışımlar uyandıran ve irrite edici soru, kimi editörlerimizin gelişimini tamamlayamamış ama körpeliğini de muhafaza etmeyen beyinlerinde yankılanmadıkça, gittikçe büyüdüğünü sandığımız şiirimizin kurtulamayacağını artık idrak edelim beyler!”

     Bu yaklaşımıyla günümüz dergiciliği üzerinden yapılan tartışmaların düğümlendiği noktaya parmak basmaktadır ve kendince buna neden olanları da ağır bir şekilde eleştirmektedir: “Editörler de dergi sayfalarını çürük çarık şiirimsilerle doldurup, okurun birikim ve estetik beğenisiyle alay etmiyor mu?”

     Kahramanımız, sahip olduğu özgüvende sınır tanımıyor. Yegâne varlığı olan şiir üzerine oynandığını düşündüğü oyunları bozmak adına bileyliyor kalemini: “Kaç taneniz bir araya gelseniz benim uluslar arası dehamla rekabete biraz olsun yaklaşabilirsiniz ey edebiyat dolandırıcıları, ey şiir simsarları! Üçünüz mü, beşiniz mi, sekiziniz mi? Elbette olmaz. Siz hepiniz ben tek!”

     Kitap Zamanı’nda Serdar Çelik “Bir Berberin Manifestosu” yazısında kitabın zemini hakkında gerekli açıklamalar ve çıkarımlarda bulunmuş: “Yazarın metin boyunca, karakteri Âdem Yoksun üzerinden bir sanat anlayışı geliştirdiğini, bu durumun da metnin arkaik yapısını eleştirel bir zemine doğru kaydırdığını görüyoruz. Nitekim yazarın ortaya koyduğu eleştirel sanat anlayışı, gücünü postmodern durumdan aldıktan sonra gizliden gizliye bir melez manifestoya dönüşüyor. Yazar, ruhsal sorunları olan biri üzerinden bunu yapıyor olması metnin gücünü artırdığı gibi eleştirilebilirliğini de ortadan kaldırıyor. Yazarın karakterine yüklediği kendilik, yalnızlık, küskünlük, delilik hali bu melez manifestoyu tamamlıyor gibi.”

     Ben esere daha çok kahramanımız Adem Yoksun ve Adem Yoksun’laşan günümüz şairleri üzerinden bakmayı deneyeceğim. Buna da bir Adem Yoksun Sendromu olarak bakmak, bunu böyle adlandırmak yeni bir kazanım olarak görülebilir. Kısaca eser ve içeriğe geçelim:

     İLKOKUL ÜÇTEN BERİ ŞİİR YAZAN BİR ŞAİR

     Adem Yoksun adında gözlerden uzak bir taşra kasabasında berberlik yapan, kendi halinde bir berberin hikayesi dersek, başlangıç için yanlış olmayacak zannediyorum. Yoksun, ilkokul üçten beri şiir yazan, şiir üzerine düşünen adeta şiiri yaşayan biridir kendi deyimiyle. Hatta şiirlerin bulunduğu ikinci bölümde ilkokul üçte yazdığını söylediği şiir dikkate değerdir. “Başarmak” adlı şiiri burada paylaşmak istiyorum:


BAŞARMAK

kendi kendime uğraşırsan
kimseye karışmazsam
sessiz sakin olursam
büyüklerimi dinlersem
küçüklerimi seversem
ödevlerimi yaparsam
hedeflerime inanırsam
başarmak o kadar da zor değil
herkesi her konuda geçerim şüphesiz
Allah beni Adem Yoksun olmam için yarattı.

     ÂDEM YOKSUN
     İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü,
     Sayfa: 128

     Burada fark ettiğimiz ve eserin geneline yayılan bir durum var ki o da Âdem Yoksun’un ilkokul sıralarından beri içinde bulunduğu birilerini geçme ve tek olma hissidir. “Hepimiz birer kum tanesiyiz ve tek ereğimiz diğer kum taneciklerinden daha iri ve fark edilebilir olabilmek.” sözü ile de durumu açık ederek beklentisini de aslında okur nezdinde hissettirmekten çekinmez. Bu amansız beklenti sonuç olarak bir çıkışa varamadığı için belki de Âdem Yoksun öldürülür. İntihar ettiği söylenmesine rağmen birçok faktörün etkili olduğu bir toplumsal azmettiricilik cümlelerde kendini gösteriyor. Yalnız bırakılan ve hatta kimsesizleştirilen, anlaşılmayan bir birey olarak yaşamıştır. “Öncelikle bu tuhaf, tuhaf olduğu kadar sıradan, bir o kadar gereksiz algılanabilecek, dahası saçma damgasını yeme ihtimali de olan çalışmama başlarken, kendimi şiirin o dipsiz uçurumunda yapayalnız hissettiğimi belirtmek isterim.”diyerek yazmaya başlaması gelebilecek tepkileri önlemekten çok olabilecekleri önceden, öncekilerden dolayı bilmek şeklinde düşünülebilir. Adem Yoksun, psikolojik özellikleri bakımından günümüz şartlarında kendi kabuğunda, şartlara alışmış veya alıştırılmış, ortamda kamufle olmuş gerçek, karşılığı olan evrensel bir tiptir. O nedenle onun üzerinden kurulan hayat da bir o kadar ilginç ve bir o kadar anlaşılabilir olmuştur.

     ÖZGÜVENİ YÜKSEK BİR KAHRAMAN

     Eserin sahip olduğu bu yaşama yakınlık özelliğini biraz daha açmaya çalışacağım ancak bunu sağlarken Âdem Yoksun’un kullandığı dile dikkat çekmek gerekir. “Böylesine samimiyetin hâkim olduğu bir metinde” okuyucuya kullanılan tabirler de çoğu sefer farklı ve daha önce rastlamadığımız türdendir. Okuruna: “ kanka, beyler, arkadaşlar, birader, abi, yeğen, dostlar, kardeşlerim, cancağızım, patron vb.” şeklinde hitap etmekte mahsur görmeyen, fazlasıyla samimi ve özgüveni yüksek bir kahraman duruyor karşımızda. Bu dil ile sokaktan, bizden biri olduğu izlenimi mi verilmek isteniyor tam olarak çözmek zor fakat şunu söylemek lazım bu tabirleri kullanmak kahramanımız için müthiş bir ihtiyaçtır çünkü yalnız biri olarak böyle seslenebileceği, hiç göremeyeceği okurlarından başka kimse yoktur: “Kasabamızdaki en kırılmış kalp bana ait. Kimse bilmez. İşte bu yüzden böyle deha düzeyinde bir şair kimliğini kaparo olarak enterese ettim.”söylemiyle aslında şairliğin bu durumun bir sonucu olduğunu da okura göstermektedir.

     “Her gün sabah ayazında kalkıp, hayatımın gerçek mi yoksa bir kâbus mu olduğunu düşünerek başlıyorum mesaime.” şeklinde, içinde taşıdığı sıkıntıyla yaşamaya çalışan esaslı bir psikolojik vaka var karşımızda ki hava almak için dahi yaptığı rutin yürüyüşler sadece salondan koridora doğrudur. Buna rağmen şaşırdığımız şey bu küçük dünyasında kendini iyi yetiştirmiş bir şair olmasıdır. Şair olma meselesine de çok farklı bakar. Boş zamanlarında şiir yazdığını söyleyen, basit düşünen şairimsilere de bindirmelerde bulunur:

     “Benim mesleğim belli, çekirdekten şairim. Berberliği ek iş olarak görüyorum ancak bundan şikâyetçi değilim.”

     “Sorun da bu noktada şairin kapsadığı toplumsal rolleri yeterince içselleştiremeden ürettiği yapıtın ana arterlerine coşkuyla ve kurtarıcı edasıyla soyut kavramları boca etmesinden kaynaklanıyor.”

     “Zor olan şiir yazabilmek değil, hayatın içindeki şiiri görebilmektir.”

     “Şiir sizin ayağınıza gelmez, siz ona gitmelisiniz, soğukta, uykusuz, sabırlı.”

şeklinde ifade ettiği sağlam poetik argümanlarının olduğunu söylemek lazım Adem Yoksun’un. Şiir üzerine bunca düşünmenin sağlam sonuçları olmuştur. Gördüğü rüyalar bile sonuç olarak şiire çıkmaktadır. Sonradan kâbusa dönüşen bir rüyasında gördüğü aslana şiir hakkında verdiği cevaplar da oluşturduğu sistemin belli bir aşamaya geldiğini göstermesi bakımından dikkate alınabilir. Görsel şiir üzerinde düşünceleri kendi çapında son haddine varmış sağlam düşüncelerdir. Söylenebilir ki kitap yalnızca Âdem Yoksun’un şiir görüşü çerçevesinde incelense ve bunun yanında şiirlerine de bir kazı çalışması düzenlense daha etkili yorumlar ve yahut kazanımlar elde edilmesi muhtemeldir.

     ESERİ YAZARKEN YAŞANAN ARINMA

     Tüm bu yapılan işin yanında, kahramanın eser boyunca süren, fark etmemenin imkânsız olduğu bir duruşu var ki bizim sendrom şeklinde adlandırmamıza ve genellememize neden olan ana çıkış noktamızdır. Âdem Yoksun’un neredeyse eserin iliğine işlemiş, ister kendini beğenmişlik deyin, ister yüksek beklenti deyin, farklı bir tutumu var. Abartının tavan yaptığı bu bölümler Âdem Yoksun’un yıllar boyunca içinde biriktirdiği ezilmişliği, kırgınlığı, yalnızlığı, anlaşılmamış olmasının ne denli büyük olduğunu gösteriyor. Zannediyorum ki ancak bir kısmını alıp dikkatinize sunabildiğim bu durum Yoksun’un eseri yazarken büyük bir patlama ve arınma yaşadığının kanıtı. Tüm bu cümleleri kurarken zaten eseri bitirdikten sonra intihar edeceği gerçeğini düşünmediği söylenemez. Yani anlayacağınız bunların olacağına kendi de inanmıyor. İnandığı tek şey ise, bu eseriyle tüm o şiir tekelini elinde bulunduranların üstünde bir yere çıkmış olduğudur. Buna zaten inanmaktadır fakat bir dosya şeklinde bırakıp intihar edeceği eserinin basılıp okur karşısına çıkıp çıkmayacağını dahi bilmemesine rağmen Nobel ödülüne dahi varan bir öngörü elbet sağlam bir abartının ürünüdür:

     “Anıtsal bir efsaneye dönüştüğümde…”

     “Yapıtım hakkında çıkacak onlarca övgü içeren yazıdan…”

     ”Düşünsenize, ben ilerde Nobel’i -edebiyat ödülünden bahsediyorum, barış ödülünden değil- aldığım zaman, ana haber bültenlerinde gözüktüğümde ne kadar şaşıracak garibanlar.”

     “Ne kadar rahat ve kalemime hâkim olarak yazdığımı tüm objektifliğimle müşahede ettikçe sanatsal üretimlerimdeki verimin gelişimini sevinçle gözlemleyebiliyorum. Yazdıklarımla dünyada geçmişten bugüne kalem oynatmış hiçbir yazarla en ufak benzeşim göstermediğimi elbette siz de fark ettiniz.”

     “Kabul edelim artık, kitabımla şiir dünyasına bomba gibi düşeceğim. Ancak bir şairin şiir serüvenine iyi başlamasındansa iyi bitirmesinin daha önemli olduğuna her zaman inandığımı burada yeri gelmişken ekleyeyim.”

     “Muhteşem yapıtımın meydana getirmesi muhtemel, hatta muhakkak dev yankıları şimdiden önsezi hüviyetinde idrak edebilmek hoş oluyor doğrusu patron.”

     “Tereddüdüm yok, harcadığım emek ve zamanla doğru orantılı olarak, yeteneğim de göz önünde bulundurulduğunda, edebiyat tarihi benim adımı altın harflerle kazıyacaktır şeref defterine.”

     AĞIR VE FARKLI BİR DİL

     Eseri şekil yönünden incelediğimizde ise karşımıza birkaç sorun çıkıyor. Bir tarz olarak Âdem Yoksun’un sahiplendiği ağır bir dil eser boyunca kendini göstermektedir. Ülkede yüzde on beşi dahi bulmayan okuyup düşünen insan sayısından dem vururken bu ağır dili de göz önünde bulundurmuş olacaktır zannediyorum. Eserde geçen Şiirci Amca’nın konuşmalarına dikkat edin mesela, Adem Yoksun’un konuşmalarından bir farkı yok. Kahramanımız büyük bir dikkatle dinlediği Şiirci Amca’nın üslubunu devam ettiriyora benziyor. Eser boyunca paragraf yapılmadan anlatı devam ettirilmiş. Bu durum yer yer sıkıntılara, anlatımda kopukluklara neden olmuş görünüyor. Örneğin:

     “Beyindeki döpamin gibi çeşitli kimyasalların üretimindeki dengesizlik sonucu oluşan düşünsel bozuklukların, belli hormon takviyeleriyle amorti edilebileceğini ileri süren tıp uzmanları ve çeşitli akademisyenlerin, böyle bir uygulamanın estetik fraksiyonları çepeçevre imha edeceğini düşünememesi beni mütemadiyen üzmüştür. Dükkânda televizyon hep açık durur. Sürekli olarak şiir düşünmeye odaklanmış zihnimi ilk başlarda rahatsız etse de zamanla alıştım, hiç duymuyorum bile onun gürültüsünü.”

     “Mümkün olmanın ötesinde geçerlik taşıyan sürrealist korelasyonlar dekoratif amaçlı kullanılmamalı sanat yapıtlarında. Geçenlerde canım biraz meyve çekti. Bizim köşedeki manavdan yarım kilo mandalina, bir kilo elma tarttırdım.”

     Sorun olarak gördüğümüz tüm bu noktalara da cin fikirli müntehir şair Âdem Yoksun’un açıklamasının olmaması beklenemezdi elbet. İlk bölümün sonunda bizim dikkat çektiğimiz birçok yer için geçerli olan açıklamasıyla da bu sorunlara baştan cevap vermiş olmanın huzuruyla gittiğini hissediyor gibiyim: “Postmodern metinleri, eleştirilere karşı dokunulmazlık kazandıran, şık, çelik bir zırh olması hasebiyle seviyorum. Objeye ne kadar odaklanamasan, linguistik hatalar yapsan, daldan dala konsan, anlatımsal kopukluklar yaşasan bile ‘Mevcut tüm kurgu olanaklarından yararlandım.’ deyip, işin içinden sıyrılma imkânı veriyor biz sanatçılara.”

     Son olarak eserde şöyle bir söz geçiyor: “Sanatta başarının iki yolu vardır, üç değil; ya hiç denenmemiş bir şeyi denersin, ya da önceden denenmiş bir şeyin daha iyisini yapmayı.” Denenmemiş bir şeyi deneyerek Âdem Yoksun özelinde Polat Onat’ın önemli bir iş yaptığını düşünüyorum. Aynilikten tıkanan edebiyat ve şiir ortamına bu eser ile farklı bir açılım getirmiştir. Bir okur olarak tebrik ederim.

     Abdulkadir AKDEMİR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder