AHLAT AĞACI FİLMİNDE, POLAT ONAT'IN
YAZDIĞI "TAŞRA MEKTUBU"NUN İZİNSİZ KULLANIMI, HABER VERİLMEMESİ ve
TELİF HAKKI SORUNU KONUSUNDAKİ NİHAİ AÇIKLAMA
"Ahlat Ağacı" filminde, 6
dakikalık bir sahne boyunca alıntı yapılan ve tartışılan, benim kaleme aldığım
"Taşra Mektubu"nu, Sayın Nuri Bilge Ceylan'ın, bana haber vermeden,
iznimi almadan ve telif ödemesi yapmadan kullanması hakkında, gerekli hukuki
yollara başvuracağımı belirtmek isterim.
Böylesi üzücü bir olayın, bu
kıymetli filmin adını lekelemeden, kamuoyu gündemine gelmeden, karşılıklı
mutabakatla, sulh içinde çözülmesi için, yapımcı ve yönetmene defalarca
gönderdiğim maillere, olumlu ya da olumsuz hiçbir yanıt gelmemesi, tam bir
sessizlikle karşılanması, son derece şaşırtıcıdır.
Filmde "Polat Onat"tan
yapılan alıntı konusunda, gündeme getirdiğim mevzu, bir iddia değil,
ispatlanmış bir olgudur. Merak edenler, yönetmenin resmi sitesine bakıp, Sayın
Nuri Bilge Ceylan'ın "yaptığı alıntıyı itiraf ettiğini"
göreceklerdir. Söz konusu listede, alıntı yapılan yazarlar içinde "halen yaşayan ve telif
hakkı bulunan" tek yazarınPolat Onatolduğunu
fark edeceklerdir:www.nbcfilm.com
Böylesi önemli, uluslararası bir
filmin, bunca hassas bir konu olan ve yürürlükteki kanunlarla titizlikle
korunan "Telif Hakları" hususunda gereken hassasiyeti göstermemesi
ziyadesiyle üzücü bir durumdur.
Merak ettiğim nokta, söz konusu filmde,
Orhan Pamuk, Enis Batur, Murathan Mungan gibi dev yazarlardan birinin yazdığı
mektuptan alıntı yapılsaydı ve filmde 6 dakika boyunca tartışılsaydı, yazardan
izin istenir miydi?
Alıntı yapılan kişi, Polat Onat
gibi tanınmamış bir taşralı yazar olunca işin etiği değişiyor mu? "Taşra Mektubu"mun içeriğindeki prensiplerimle, telif talebimin çeliştiği iddiası ortaya atılarak, şahsıma yapılan eleştirilere ise gülüp geçiyorum. Edebiyat hususunda münzevi bir anlayışı savunmam, mevcut kanuni hakkımın yok sayılmasına göz yummamı elbette gerektirmez. Haklı olduğum bir konuyu, tüm dünya karşı olsa da tek başıma savunmayı, en az, edebiyat alanındaki mutlak sessizlik prensibim kadar değerli kabul ederim.
Kanunun bana vermiş olduğu, bir
sanatçı için en doğal ve yaşamsal hak olan telif hakkımı talep ettim diye, bana
öfkelenen, değerli Nuri Bilge Ceylan hayranlarının, sayın yönetmenin, konu
hakkında yapacağı açıklamayı beklemelerini salık veririm.
Nuri Bilge Ceylan'ın "Ahlat Ağacı" filminin ilk yarısının sonlarında uzun bir kitapçı sahnesi var.
Filmin baş karakteri Sinan (Doğu Demirkol), kitapçıda oturan yazar Süleyman (Serkan Keskin) ile "taşra ve edebiyat" hakkında konuşup tartışıyorlar. Sonrasında kitapçıdan çıkan Sinan ve Süleyman birlikte yürümeye başlıyor.
Ve bu yürüyüş esnasında beş dakikadan fazla bir süre boyunca "Taşra ve Edebiyat Sempozyumuna katılmak istemeyen bir yazarın mektubu" hakkında konuşuyorlar. Sinan, "Su katılmamış taşralı" başlıklı mektupta yazılanları hararetle savunurken, yazar Süleyman karşıt görüşlerini öne sürüp tartışıyorlar.
Polat Onat'ın 2013 yılında yazdığı bu mektup Varlık Dergisi'nde ve "Edebiyatın Taşradan Manifestosu" kitabında yayınlanmıştı.
"TAŞRA ve EDEBİYAT SEMPOZYUMU"
DAVETİNE CEVAP MEKTUBU
Değerli
Mesut Varlık Bey,
Benim
için hoş bir sürpriz oluşturan, büyük onur ve mutluluk duyduğum bu sempozyum
daveti için öncelikle çok teşekkür ederim. İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi
saygın bir kurumun organizasyonu vasıtasıyla, değerli üstatlar Hasan Ali Toptaş
ve Şükrü Erbaş ile beraber aynı platformda yer alarak, böylesi önemli bir etkinlikte
bulunabilme ihtimali, pek öyle herkese nasip olabilecek bir lütuf değil
doğrusu.
Bu
nazik jestiniz karşısında, müsaade ederseniz, sempozyumunuza neden
katılamayacağım hususunu biraz ayrıntılandırarak anlatmak ve taşra kavramı
hakkında bazı fikirlerimi kısaca paylaşmak istiyorum.
Yazma
serüvenime ciddi anlamda başlamadan önce kendime bir yol haritası çizdim,
belirlediğim bazı hususları prensip edinme gereği duydum. Temel mantık olarak,
çoğunluğun yaptığı şeylerin tam aksini yapma motivasyonuna dayanan bu
maddelerin hepsini burada tek tek anlatarak başınızı ağrıtmak istemiyorum. İzniniz
olursa konumuzla ilgili olanlara kısaca değineyim:
Birincisi:
“Hayatım boyunca hiçbir edebiyat dergisinde şiir ya da öykü yayımlamayacak,
ürünlerimi sadece kitap halinde paylaşacağım.” Müstakil bir yazıyla, bu
kararımın farklı nedenlerini uzun uzun anlatmam elbette mümkün. Tek bir
cümleyle açıklamam gerekirse; en görünür olma yolunun farklı yöntemler denemek
olduğunu, herkesin gittiği garanti yolu tercih etmektense az kişinin tercih
ettiği riskli yolu tercih etmenin edebiyat açısından farklı bir ufka yaklaşmaya
vesile olabileceği gibi tuhaf bir düşünceyi (yoksa kuruntu mu demeliyim?) kabullenmem
olduğunu varsayabiliriz. Tabii ki ayırdındayım, bu yolu uygulayıp da başarıya
ulaşan yazarlar yok denecek kadar az. Ama işin merak uyandırıcı dolayısıyla
ilgi çekici yönü de bu. Hayatta değil ama edebiyatta riski seviyorum. Normal
bir başarı yerine görkemli bir hezimeti daha tercih edilebilir mahiyette bulmuşumdur
hep.
İkincisi:
“Hiç kimse ile sanatsal birlikteliğe, kolektif akıma, ortak projelere, takım
çalışmasına girmeyeceğim ve benzeri bir grup oluşumuna asla katılmayacağım.”
Sanatın en temel motivasyonunun bireysellik, hadi daha iddialı söyleyeyim
mutlak yalnızlık olduğu kanısındayım. Mantıklı açıdan bakan birisi, Türk ve
dünya edebiyatından yığınla örnekler vererek benim bu savımda ne kadar haksız
olduğumu rahatlıkla kanıtlayabilir kendince. Ancak zamanın ötesine kalabilmek
için büyük bir avantaj oluşturan bu faktörleri, şayet karşılaşırsam bilinçli
olarak reddetmeyi tercih ederek, kendi dikenli yolumda sevinçle sürünmeyi devam
ettirmek kararında sonuna dek ısrarlı olduğumu bu vesile ile vurgulamak istiyorum.
Üçüncüsü:
“Ölene dek hiçbir imza gününde, şiir dinletisinde, kitap fuarı etkinliğinde,
panelde, sempozyumda katılımcı olarak yer almayacağım.” Kabul ediyorum,
tamamıyla mantıksız, hiçbir tutarlı dayanağı olmayan bir prensip bu. Edebiyat
netice itibariyle; okurlara ulaşmak, mümkünse kavuşmak, onlarla düşünsel açıdan
bütünleşebilmek için yapılan bir sanatsal çalışma. Bu bahsi geçen sosyal
etkinlikler de doğası itibariyle yeni okurlarla etkileşime geçebilmek için
önemli bir fırsat barındırıyor. Ama samimi olmak gerekirse; ben kendi egomu ve
kişiliğimi geri planda silikleştirerek, salt ortaya koyduğum yapıtlar
vasıtasıyla bir etki oluşturabilmeyi çok daha kutsal ve değerli addediyorum. Bu
söylediklerimi saçmalık olarak nitelemesi muhtemel kimi sanatçılara ise büyük
saygı duyduğumu, ama en ufak bir sevgi emaresi hissetmediğimi müsaadeniz olursa
burada ayrıca ifade etmek isterim.
Şöyle
bir durup baktığımızda, yukarıdaki satırlarımda dillendirdiğim olguların hemen
hepsinin yoğun bir taşralılık kompleksinin dışavurumu olduğunu iddia etmek de elbette
mümkün. Hayatım boyunca ben taşramı her zaman yanımda taşıdım. Benim taşram
içinde yaşadığım odamdır. Sabah kahvaltısını Batman’ın Tilmiz köyünde yapıp,
akşam yemeğini İstanbul Beyoğlu’ndaki bir lokantada yemenin hiçbir zorluk
içermeyen, gayet sıradan bir olay mahiyeti taşıdığı zamanlarda yaşıyoruz. Taşra
olgusunu 19. yüzyılın başlarında ortaya konmuş yerel kısıtlanmışlık mahiyetiyle
ele alan yaklaşım, günümüzde bence tuhaf duruyor, dahası komik kaçıyor. Kanımca
taşra kavramı, mekânla sınırlanamayacak bir zihinsel algı biçiminin farklı
varyasyonlarını tanımlayıp sınıflandırmadan somut olarak teşhis edilemez. Olayı
sadece mekan algısı boyutuyla ele alma yanlışına düşülürse en temel paradigma
konusunda vahim bir yanılgı içine girilmiş olur diyeceğim. Örneklemem gerekirse
şöyle bir soru sorardım: İstanbul’un Sultanbeyli Mahallesi’nin Kengirli çıkmazı
mı, Ankara’nın Kızılay Semti’nin Konur Sokağı mı? Sizce acaba bu iki mekan seçeneğinden
hangisi taşra vasfıyla kategorize edilerek tanımlanmaya daha müsait?
Teknolojinin
önemi tartışmasız tahakkümünü kimi zaman gönüllü, kimi zaman zorunlu olarak
hayatımızda başat öge haline getirdiğimiz bu çağda, taşra kavramını sözlük
manasındaki dar anlamıyla tartışmak bence abesle iştigal olur. Taşra olgusu,
zihinsel olarak güçlü bir kısıtlanmışlığın tezahürünü, sınırları belirsiz
muğlak yalıtılmışlıkları bünyesinde yoğun olarak barındırıyorsa gerçek manasına
kavuşur. Böylesi bir sürecin, ortaya konan sanatsal verimin kalitesine ve
niteliğine yansımaları olumlu mu olur, olumsuz mu olur? Her konuda olduğu gibi
bu konuda da genellemeye gitmek yanlış olacak. Ama ben taşradan nadiren iyi
edebiyat çıkacağına inananlardanım. Ancak bu nadir çıkan iyi edebiyatın da
taşra haricinde üretilen diğer üst düzey yapıtlardan çok daha kalıcı nitelik
taşıyacağını savını dillendireceğim.
İstanbul doğumlu
ve ömrünün bir kısmını İstanbul’da geçirmiş, ama hayatının sanatsal bilince erişme
çabası taşıyan kısmının tamamını Güneydoğu Anadolu’da yaşamış, bundan sonraki
ömrünü de herhangi bir aksilik olmazsa aynı mekânda geçirmeyi planlayan biri
olarak, taşralı olmamı yaşadığım mekana veya ortama değil, içimde gittikçe
büyüyen devasa yalıtılmışlık hissine bağlıyorum. Aslına bakarsanız taşra olgusu
kendi mahiyeti hakkında derinlikli konuşmalar yapacak, orijinal analizlerde
bulunacak bir zihni zenginlik sürecini bünyesinde taşıyamaz. Kendisi hakkında
net teşhislerde bulunacak global bir perspektife oturmuş bir taşralılık,
kavuşulması en uzak bir hedef olarak hep önümüzde duracak gibi.
Kusura bakmayın
laf lafı açtı, vaktinizi aldım Mesut Bey. Ama bunca lütufkâr bir şekilde davet
ederek beni onurlandırdığınız bu nazik teklifinizi kısa bir cevapla reddetmek
büyük kabalık olurdu muhakkak. Neden kabul edemeyeceğimi size ana hatlarıyla böyle
açıklayarak gerekçelendirmek istedim.
Ben su
katılmamış, has bir taşralıyım! Yoksa böyle değerli bir davete nasıl icabet
edilmez ki? Bunu ancak bir taşralı yapabilir! Oraya gelip taşra hakkında
görüşlerimi sunsaydım, kimliğimin önemli ve zavallı bir parçası olan
taşralılığımı kaybedecektim. Bunu asla göze alamam!
Satırlarıma
burada son verirken çalışmalarınızda kolaylıklar diliyor, yürekten selamlarımı
iletiyorum. Hoşça kalınız.
POLAT ONAT
20.03.2013 / Batman
- Varlık Dergisi, Sayı: 1271, Ağustos 2013,
sayfa: 6
Benim için
hoş bir sürpriz oluşturan, büyük onur ve mutluluk duyduğum bu sempozyum daveti
için öncelikle çok teşekkür ederim. İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi saygın bir
kurumun organizasyonu vasıtasıyla, değerli üstatlar Hasan Ali Toptaş ve Şükrü
Erbaş ile beraber aynı platformda yer alarak, böylesi önemli bir etkinlikte
bulunabilme ihtimali, pek öyle herkese nasip olabilecek bir lütuf değil
doğrusu.
Bu nazik
jestiniz karşısında, müsaade ederseniz, sempozyumunuza neden katılamayacağım
hususunu biraz ayrıntılandırarak anlatmak ve taşra kavramı hakkında bazı fikirlerimi
kısaca paylaşmak istiyorum.
Yazma
serüvenime ciddi anlamda başlamadan önce kendime bir yol haritası çizdim,
belirlediğim bazı hususları prensip edinme gereği duydum. Temel mantık olarak,
çoğunluğun yaptığı şeylerin tam aksini yapma motivasyonuna dayanan bu
maddelerin hepsini burada tek tek anlatarak başınızı ağrıtmak istemiyorum. İzniniz
olursa konumuzla ilgili olanlara kısaca değineyim:
Birincisi: “Hayatım
boyunca hiçbir edebiyat dergisinde şiir ya da öykü yayımlamayacak, ürünlerimi
sadece kitap halinde paylaşacağım.” Müstakil bir yazıyla, bu kararımın farklı
nedenlerini uzun uzun anlatmam elbette mümkün. Tek bir cümleyle açıklamam
gerekirse; en görünür olma yolunun farklı yöntemler denemek olduğunu, herkesin
gittiği garanti yolu tercih etmektense az kişinin tercih ettiği riskli yolu
tercih etmenin edebiyat açısından farklı bir ufka yaklaşmaya vesile olabileceği
gibi tuhaf bir düşünceyi (yoksa kuruntu mu demeliyim?) kabullenmem olduğunu
varsayabiliriz. Tabii ki ayırdındayım, bu yolu uygulayıp da başarıya ulaşan
yazarlar yok denecek kadar az. Ama işin merak uyandırıcı dolayısıyla ilgi
çekici yönü de bu. Hayatta değil ama edebiyatta riski seviyorum. Normal bir
başarı yerine görkemli bir hezimeti daha tercih edilebilir mahiyette bulmuşumdur
hep.
İkincisi:
“Hiç kimse ile sanatsal birlikteliğe, kolektif akıma, ortak projelere, takım
çalışmasına girmeyeceğim ve benzeri bir grup oluşumuna asla katılmayacağım.”
Sanatın en temel motivasyonunun bireysellik, hadi daha iddialı söyleyeyim
mutlak yalnızlık olduğu kanısındayım. Mantıklı açıdan bakan birisi, Türk ve
dünya edebiyatından yığınla örnekler vererek benim bu savımda ne kadar haksız
olduğumu rahatlıkla kanıtlayabilir kendince. Ancak zamanın ötesine kalabilmek
için büyük bir avantaj oluşturan bu faktörleri, şayet karşılaşırsam bilinçli
olarak reddetmeyi tercih ederek, kendi dikenli yolumda sevinçle sürünmeyi devam
ettirmek kararında sonuna dek ısrarlı olduğumu bu vesile ile vurgulamak istiyorum.
Üçüncüsü:
“Ölene dek hiçbir imza gününde, şiir dinletisinde, kitap fuarı etkinliğinde,
panelde, sempozyumda katılımcı olarak yer almayacağım.” Kabul ediyorum,
tamamıyla mantıksız, hiçbir tutarlı dayanağı olmayan bir prensip bu. Edebiyat
netice itibariyle; okurlara ulaşmak, mümkünse kavuşmak, onlarla düşünsel açıdan
bütünleşebilmek için yapılan bir sanatsal çalışma. Bu bahsi geçen sosyal
etkinlikler de doğası itibariyle yeni okurlarla etkileşime geçebilmek için
önemli bir fırsat barındırıyor. Ama samimi olmak gerekirse; ben kendi egomu ve
kişiliğimi geri planda silikleştirerek, salt ortaya koyduğum yapıtlar
vasıtasıyla bir etki oluşturabilmeyi çok daha kutsal ve değerli addediyorum. Bu
söylediklerimi saçmalık olarak nitelemesi muhtemel kimi sanatçılara ise büyük
saygı duyduğumu, ama en ufak bir sevgi emaresi hissetmediğimi müsaadeniz olursa
burada ayrıca ifade etmek isterim.
Şöyle bir
durup baktığımızda, yukarıdaki satırlarımda dillendirdiğim olguların hemen
hepsinin yoğun bir taşralılık kompleksinin dışavurumu olduğunu iddia etmek de elbette
mümkün. Hayatım boyunca ben taşramı her zaman yanımda taşıdım. Benim taşram
içinde yaşadığım odamdır. Sabah kahvaltısını Batman’ın Tilmiz köyünde yapıp,
akşam yemeğini İstanbul Beyoğlu’ndaki bir lokantada yemenin hiçbir zorluk
içermeyen, gayet sıradan bir olay mahiyeti taşıdığı zamanlarda yaşıyoruz. Taşra
olgusunu 19. yüzyılın başlarında ortaya konmuş yerel kısıtlanmışlık mahiyetiyle
ele alan yaklaşım, günümüzde bence tuhaf duruyor, dahası komik kaçıyor. Kanımca
taşra kavramı, mekânla sınırlanamayacak bir zihinsel algı biçiminin farklı
varyasyonlarını tanımlayıp sınıflandırmadan somut olarak teşhis edilemez. Olayı
sadece mekan algısı boyutuyla ele alma yanlışına düşülürse en temel paradigma
konusunda vahim bir yanılgı içine girilmiş olur diyeceğim. Örneklemem gerekirse
şöyle bir soru sorardım: İstanbul’un Sultanbeyli Mahallesi’nin Kengirli çıkmazı
mı, Ankara’nın Kızılay Semti’nin Konur Sokağı mı? Sizce acaba bu iki mekan seçeneğinden
hangisi taşra vasfıyla kategorize edilerek tanımlanmaya daha müsait?
Teknolojinin
önemi tartışmasız tahakkümünü kimi zaman gönüllü, kimi zaman zorunlu olarak
hayatımızda başat öge haline getirdiğimiz bu çağda, taşra kavramını sözlük
manasındaki dar anlamıyla tartışmak bence abesle iştigal olur. Taşra olgusu,
zihinsel olarak güçlü bir kısıtlanmışlığın tezahürünü, sınırları belirsiz
muğlak yalıtılmışlıkları bünyesinde yoğun olarak barındırıyorsa gerçek manasına
kavuşur. Böylesi bir sürecin, ortaya konan sanatsal verimin kalitesine ve
niteliğine yansımaları olumlu mu olur, olumsuz mu olur? Her konuda olduğu gibi
bu konuda da genellemeye gitmek yanlış olacak. Ama ben taşradan nadiren iyi
edebiyat çıkacağına inananlardanım. Ancak bu nadir çıkan iyi edebiyatın da
taşra haricinde üretilen diğer üst düzey yapıtlardan çok daha kalıcı nitelik
taşıyacağını savını dillendireceğim.
İstanbul doğumlu ve ömrünün bir
kısmını İstanbul’da geçirmiş, ama hayatının sanatsal bilince erişme çabası
taşıyan kısmının tamamını Güneydoğu Anadolu’da yaşamış, bundan sonraki ömrünü
de herhangi bir aksilik olmazsa aynı mekânda geçirmeyi planlayan biri olarak,
taşralı olmamı yaşadığım mekana veya ortama değil, içimde gittikçe büyüyen
devasa yalıtılmışlık hissine bağlıyorum. Aslına bakarsanız taşra olgusu kendi
mahiyeti hakkında derinlikli konuşmalar yapacak, orijinal analizlerde bulunacak
bir zihni zenginlik sürecini bünyesinde taşıyamaz. Kendisi hakkında net
teşhislerde bulunacak global bir perspektife oturmuş bir taşralılık,
kavuşulması en uzak bir hedef olarak hep önümüzde duracak gibi.
Kusura bakmayın laf lafı açtı,
vaktinizi aldım Mesut Bey. Ama bunca lütufkâr bir şekilde davet ederek beni
onurlandırdığınız bu nazik teklifinizi kısa bir cevapla reddetmek büyük kabalık
olurdu muhakkak. Neden kabul edemeyeceğimi size ana hatlarıyla böyle
açıklayarak gerekçelendirmek istedim.
Ben su katılmamış, has bir
taşralıyım! Yoksa böyle değerli bir davete nasıl icabet edilmez ki? Bunu ancak
bir taşralı yapabilir! Oraya gelip taşra hakkında görüşlerimi sunsaydım,
kimliğimin önemli ve zavallı bir parçası olan taşralılığımı kaybedecektim. Bunu
asla göze alamam!
Satırlarıma burada son verirken
çalışmalarınızda kolaylıklar diliyor, yürekten selamlarımı iletiyorum. Hoşça
kalınız.
POLAT ONAT
20.03.2013 / Batman
- Varlık Dergisi, Sayı: 1271, Ağustos 2013, sayfa:
6
18 – 19 Mayıs 2013 tarihinde Kadir
Has Üniversitesi’nde gerçekleşen “Taşra ve Edebiyat Sempozyumu”na konuşmacı
olarak davet ettiğim ve hiç beklemediğim bir şekilde ‘ret mektubu’ ile yanıt
aldığım bir şair de oldu.
“İntihar Etmiş Bir Taşra
Berberi”nden başka bir karşılık beklemek, benim şuursuzluğumdandır muhtemelen.
Aslında daha oynardım ama yerim dar; o yüzden şairin iznini alarak, o mektubun
kısaltılmış halini aşağıda paylaşıp veda etmiş olayım. MESUT VARLIK
Değerli
Mesut Bey,
Benim için
hoş bir sürpriz oluşturan, büyük onur ve mutluluk duyduğum bu sempozyum daveti
için öncelikle çok teşekkür ederim.
Bu nazik
jestiniz karşısında, müsaade ederseniz, sempozyumunuza neden katılamayacağım
hususunu biraz ayrıntılandırarak anlatmak ve taşra kavramı hakkında bazı
fikirlerimi kısaca paylaşmak istiyorum.
Yazma
serüvenime ciddi anlamda başlamadan önce kendime bir yol haritası çizdim,
belirlediğim bazı hususları prensip edinme gereği duydum. Temel mantık olarak,
çoğunluğun yaptığı şeylerin tam aksini yapma motivasyonuna dayanan bu
maddelerin hepsini burada tek tek anlatarak başınızı ağrıtmak istemiyorum.
İzniniz olursa konumuzla ilgili olanlara kısaca değineyim:
Birincisi:
“Hayatım boyunca hiçbir edebiyat dergisinde şiir ya da öykü yayımlamayacak,
ürünlerimi sadece kitap halinde paylaşacağım.” Müstakil bir yazıyla, bu
kararımın farklı nedenlerini uzun uzun anlatmam elbette mümkün. Tek bir
cümleyle açıklamam gerekirse; en görünür olma yolunun farklı yöntemler denemek
olduğunu, herkesin gittiği garanti yolu tercih etmektense az kişinin tercih
ettiği riskli yolu tercih etmenin edebiyat açısından farklı bir ufka yaklaşmaya
vesile olabileceği gibi tuhaf bir düşünceyi (yoksa kuruntu mu demeliyim?)
kabullenmem olduğunu varsayabiliriz. Tabii ki ayırdındayım, bu yolu uygulayıp
da başarıya ulaşan yazarlar yok denecek kadar az. Ama işin merak uyandırıcı
dolayısıyla ilgi çekici yönü de bu. Hayatta değil ama edebiyatta riski
seviyorum. Normal bir başarı yerine görkemli bir hezimeti daha tercih edilebilir
mahiyette bulmuşumdur hep.
İkincisi:
“Hiç kimse ile sanatsal birlikteliğe, kolektif akıma, ortak projelere, takım
çalışmasına girmeyeceğim ve benzeri bir grup oluşumuna asla katılmayacağım.”
Sanatın en temel motivasyonunun bireysellik, hadi daha iddialı söyleyeyim
mutlak yalnızlık olduğu kanısındayım. Mantıklı açıdan bakan birisi, Türk ve
dünya edebiyatından yığınla örnekler vererek benim bu savımda ne kadar haksız
olduğumu rahatlıkla kanıtlayabilir kendince. Ancak zamanın ötesine kalabilmek
için büyük bir avantaj oluşturan bu faktörleri, şayet karşılaşırsam bilinçli
olarak reddetmeyi tercih ederek, kendi dikenli yolumda sevinçle sürünmeyi devam
ettirmek kararında sonuna dek ısrarlı olduğumu bu vesile ile vurgulamak
istiyorum.
Üçüncüsü:
“Ölene dek hiçbir imza gününde, şiir dinletisinde, kitap fuarı etkinliğinde,
panelde, sempozyumda katılımcı olarak yer almayacağım.” Kabul ediyorum,
tamamıyla mantıksız, hiçbir tutarlı dayanağı olmayan bir prensip bu. Edebiyat
netice itibariyle; okurlara ulaşmak, mümkünse kavuşmak, onlarla düşünsel açıdan
bütünleşebilmek için yapılan bir sanatsal çalışma. Bu bahsi geçen sosyal
etkinlikler de doğası itibariyle yeni okurlarla etkileşime geçebilmek için
önemli bir fırsat barındırıyor. Ama samimi olmak gerekirse; ben kendi egomu ve
kişiliğimi geri planda silikleştirerek, salt ortaya koyduğum yapıtlar
vasıtasıyla bir etki oluşturabilmeyi çok daha kutsal ve değerli addediyorum. Bu
söylediklerimi saçmalık olarak nitelemesi muhtemel kimi sanatçılara ise büyük
saygı duyduğumu, ama en ufak bir sevgi emaresi hissetmediğimi müsaadeniz olursa
burada ayrıca ifade etmek isterim.
Şöyle
bir durup baktığımızda, yukarıdaki satırlarımda dillendirdiğim olguların hemen
hepsinin yoğun bir taşralılık kompleksinin dışavurumu olduğunu iddia etmek de
elbette mümkün. Hayatım boyunca ben taşramı her zaman yanımda taşıdım. Benim
taşram içinde yaşadığım odamdır. Kanımca taşra kavramı, mekânla
sınırlanamayacak bir zihinsel algı biçiminin farklı varyasyonlarını tanımlayıp
sınıflandırmadan somut olarak teşhis edilemez. Taşra olgusu, zihinsel olarak
güçlü bir kısıtlanmışlığın tezahürünü, sınırları belirsiz muğlak
yalıtılmışlıkları bünyesinde yoğun olarak barındırıyorsa gerçek manasına
kavuşur.
Ben su katılmamış, has bir
taşralıyım! Yoksa böyle değerli bir davete nasıl icabet edilmez ki? Bunu ancak
bir taşralı yapabilir! Oraya gelip taşra hakkında görüşlerimi sunsaydım,
kimliğimin önemli ve zavallı bir parçası olan taşralılığımı kaybedecektim. Bunu
asla göze alamam!