15 Ocak 2011 Cumartesi

"Son" İçin 2010'da Çıkan Yazılar


# HAKKI ÇINAR'IN "BEKLEYİŞ ŞİİRLERİ" ADLI YAZISI:
(Bireylikler Dergisi, Sayı: 30, Ocak-Şubat 2010, Sayfa:40,41,42)


Şair öyle ya da böyle kendi karanlığında yaşar, aydınlığın tersinde kendi karanlığına, karanlığın tersinde hayatın aydınlığına varır zannımca. Ve bana göre hayatın aydınlığında olsun, kendi karanlığında olsun şair ötekiyle karşılaşır. Bunu sadece şairle sınırlı tutmamak da gerekir elbette, ama hazzın uyandırdığı bir alanda bunu ifşa etmesi muhtemeldir. Bu belki de görselin dışında ötekinin şekillenmesinden ileri gelir. Bu daha çok -bana göre- vazgeçmekten ileri gelir. İnsanın o ana kadar biriktirdiklerinden vazgeçmesiyle. Elbette bizi ötekinde neyin karşılayacağını kimse kestiremez. Bu yine hazla bağlantılı olup, insanın kaybolmasıyla ilgilidir. Bıraktığımız şeyleri ötekinde aynı şekilde bulmamız da muhtemel olandır. Meselemiz de zaten bize ait olanı yoklamak, ona dokunmak, bir nebze o olabilmektir. Yani sonsuz hazzı yaşayabilmek, yaşayabildiğimiz kadar.


Böylesine kendime ait bir giriş yaparak Polat Onat’ın ilk şiir kitabı olan ‘Son’a gelmek istiyorum.


Fakat şiir kitabının içine girmeden önce biraz bencillik yapıp söylemek istediğim kısa bir notu da burada belirteyim. Bir kitaba girmek benim için tutarsız dizelerden, şiirselliğini yıkmış olan dizelerden ibarettir. Ya da şairin hazzını yaşadığı dizelerden de diyebilirim. Şöyle ki o haz bir kesişme noktasıdır şairiyle dizesi arasında.


Polat Onat’ın ‘Son’ kitabını okurken şiirlerin genel izleğinin “bekleyiş” üzerine kurgulanmış olduğunu sezebildim. Sezebildim diyorum zira belki şiirlerin yazılış nedenleri başkadır. Bu yazı biraz olsun bu sorumun cevabı olacaktır.


Bekleyişin karşısında duran güç ölüm olarak durmaktadır. Sonu teşkil eden ölümdür. Şairin ölümlü oluşudur. Ölümü tecrübe etmesi muhtemel değildir. Bu bildiğimiz ölüm kavramı. Neticede hiçbirimiz bu tecrübeye sahip değiliz. Ama bunun yanında kimimiz manevi bir ölüme sahibiz, bu aklımızın ölümü ya da kalbimizin ölümüdür. Polat Onat’ın şiirlerinde ise ölüm her anlamdadır. Bunun nedenini de sonradan anlayacağımızı umut ederek şiirlerden örneklere geçelim:
                       
“toprak kadar hafifti tabutun omuzlarda” (s. 59, ‘Bekleyiş’)
“yıllarca önce ölmüş kütüphane görevlisine” (s. 35, ‘Kütüphane’)
“yabancıyım direklerinde kaynayan ölü şehre” (s. 50, ‘Otel’)
“çimenlerin dibinde can veren uğur böceği” (s. 51, ‘Giden’)


Bu bağlamda ‘ölüm’ imgesi, şairin ‘bekleyiş’ imgesiyle eş değerde tutulmaktadır. Bekleyiş ölüme karşı bir izdüşüm. Asıl burada gönderme yapılıyor bekleyiş imgesi üzerine. Aslında bekleyişin bir imge olmasından ziyade çıplak anlamda bekleyiş olması muhtemel de olsa şimdilik ben buna pek sıcak bakmıyorum. İmge olarak seziyorum. Kitaptan ‘bekleyiş’ üzerine birkaç dize:


“sessizce beklenmeli gelmeyecek olan” (s. 26, ‘Yürek’)
“arayışın en uç noktasıymış beklemek” (s. 41, ‘Arayış’)
“gelme artık çoktan bitti beklendiğin” (s. 53, ‘Tren’)


Bu durumdaki dizeleri çoğaltabilecek çok örnekler var kitapta. Bunun yanında ‘Bekleyiş’ isimli bir şiir de mevcut, işte o şiirin son iki dizesi:


“bekleyiş o kadar zor değilmiş dede
söylediğin kadar zor değil bekleyiş” (s.59, ‘Bekleyiş’)


Şunu da burada hemen belirtmeliyim ki, bekleyiş kelimesinin kullanılmadığı ama hep bir bekleyişin sezildiği bir ‘Son’ kitabı da okuyanı karşılıyor. Burada sadece bir dizeyi örnek olarak vereceğim:


“ellerini cebine sokmuş bana bakıyordu De Niro” (s.37, ‘Uykusuz’)


Bu dizeyi özellikle verme gereği duyduğumu söylemeliyim. Şair bekleyiş esnasında neyi beklediği ve neden beklediği konusunda okuyanı fazlaca aydınlatmıyor. Buna gerek duymuyor olabilir. Bekleyiş aynı zamanda bulunduğu yer bakımından bir merkezi de oluşturuyor. Ve bu merkezde şair tek bir yönü değil birden fazla yönü, hatta çepeçevre tüm etrafını gözlemekte, görmekte. Bunun yanında aklına takılıp kalan bir ölüm izleği var ve bu da o kadar ağır değil. Neredeyse uzlaşma içinde. Öyle ki bu kavram şairin merkezi için bir konumlandırma görevinde. Ve bunu da yeri geldiğinde kullanıyor. Ön plana çıkarıyor diyelim biz buna. Hangi anlarda olabilir diye düşünecek olursak, ihtimal merkezde rahatsızlık yaşadığı, merkezin içinde sıkıntı yaşadığı zamanlarda. Neyi özlemiyor şair dersek, beklemekte kararlı çoğu zaman, gitmek için bir nedeni de pek fazla yok gibi görünüyor. Bir başka şiirden:


“dünyada yaşayan tek insan benim
bu yerdeki bu anı duyumsayan
(…)
cevapsızlığın kunduzuna her zaman inandım
ama yine de merak etmemek elde değil
kimdin sen?” (s. 15, ‘Sorular’)
                                                               
Şair merkezini konumlandırırken bekleyen o olduğuna göre merkezliği teşkil ediyor; zira “dünyada yaşayan tek insan benim” diyerek neden merkez olduğunun da cevabını veriyor. Yaşayan insanın sorusunun “kimdin sen?” olmaması gerekiyor, çünkü bunu yaşayan bilir. Ya da yaşayanın yapması gereken, şairin fikrince susma eylemi olmalı:


“karanlığın kıyısında dursaydı Dağlarca
hiç konuşmayıp öyle sussaydı ömrünce” (s. 45, ‘Susmak’)


Bu bağlamda şair bulunduğu yerden, beklediği yerden çeşitli göndermeler yapıyor çevresine diyebilirim. Beklediği yer merkez olduğu kadar bunun nedeni de yaşayan tek insanın kendisi olması. Yaşamı nasıl elde ettiğine dair bir şey yok. Ayrıca yaşam nasıl yaşanır diye bir sezgiyi de okuyucularına iletmiyor. Sanki burada da karşımıza ölümü çıkarıyor ya da ölümü kullanıyor. Ölümün olduğu bir hayatta beklemek yaşamaktır demeye getirebilir. Şimdilik böyle duruyor. Ve öylesine bir dengede ölen şairin kendisi olmayacağı olamayacağı gibi başkalarının tanıklığında şairin de beklemesi normalleşiyor. Sadece bir sıkıntı var şair tarafından ifade edilen, o da “kimdin sen?” sorusu. Bu aşamada da dizenin geliş yönüne baktığımızda “yine de merak etmemek elde değil” diyerek soruyu kendisi üstlenmiyor. Yine de merak etmemek “elimde” değil demiyor. Böylelikle şair soruyu çoğul hale getirip diğer insanlara bırakıyor. Dolayısıyla ölüm kavramını merkezi için konumlandıran şair, neredeyse yaşam kavramını da başkaları için konumlandırıyor. Oysa tek yaşayan şairin kendisiydi diyebiliriz.


Ama ben derim ki, şair merkezine -eğer bu bir merkezse- yandaş insanlar aramaktadır. Şöyle ki, ölüm izleğinde olsun, yaşam izleğinde olsun, merkezin dışındaki insanlara gönderme yapılıyor. Bundaki amaç da, dışarıdaki hayat alanını -bu onun merkezi dışındaki her alan- karıştırıp, insanların onun merkezine gelmesidir. Gelmeleri isteğidir. Orada ne vardır denilirse yaşam vardır. Nasıl bir yaşamdır bu? Diğerini beklemekle geçen bir yaşam, en azından şairin vaat ettiği bu. Ve burada şunu da hemen belirtmeliyim ki, şair bu yaşamsal alanına tabiatı da dâhil etmemektedir. Zira kendi dışındakileri hep kendine ait ve yaşaması için gerekli görmektedir ama kendisinde ne bulunduğuna dair hiçbir belirti yoktur.


Şair diğerini niye davet eder, ya da bekler sorusu asıl sorulması gereken sorudur bana kalırsa.


Dışarıda yaşanılan tabiat, insanlar ve ölüm, şairin durdurmaya çalıştığı bir zaman, kendine yönlendirmeyi amaçladığı bir hayat kurgusu. “kimdin sen”’ sorusu da bir anlamda asıl meselenin özü. “Ölüm içimizde midir, dışımızda mıdır?” sorusu da benim şaire burada sormak istediğim en önemli soru olurdu. Benim şiirlerden anladığım genel anlamıyla dışımızdaki ölüm. Fakat bu ölüm biraz önce de belirttiğim gibi, bu anlamdan şaire gelen ya da şairden çıkan bir niteliğe bürünmüyor.


Zira bana göre şairin ‘Son’ u aynı zamanda bir başlangıcı da teşkil ediyor düşüncesindeyim.
                                                            
‘Hayat’ isimli şiirden:
“zaman saatimin hiç bitmeyen ekmeği
(…)
ve ben öyle dururum hayat akıp dururken” (s. 48, ‘Hayat’)


‘Çocuk’ isimli şiirden:
“hep aynı yerde durarak kavradım
ne kadar sonsuzmuş evren” (s. 49, ‘Çocuk’)


‘Umut’ isimli şiirden:
“insanlarda umut devam edecek
ben ölene kadar anneciğim” (s. 54, ‘Umut’)


Şiirlerin başlıklarını özellikle aldım; hayatı anlamlandırdığı bir süreç içinde devam etmesi, bu şairin dışındaki bir süreç, aynı zaman da şiddetlice yaşadığı bir süreç. Çünkü durmakta. Yıkılması gerekiyor nerdeyse ama olmuyor, bunun nedeni de şairin bekleyerek merkezini güçlendirmesi, dışarıdaki ölümle sonlanan hayatın içinde olmaması. Derken ‘Umut’ isimli şiir okuyucusunu karşılıyor. İnsanlarda umudun devam etmesi şairin yaşamasına denk gelmekte. Buradan iki anlam ortaya çıkar, belki de üç: Ya ölümüyle hayat son bulacak, acı çekmeyecek artık. Ya ölmesiyle artık merkezini yitirecek, bu insanlar için iyi, zira insanlar şairden yana değil. Ya da merkezini yine bu ünlemle güçlendirecek. Bana kalırsa da sonuncusu geçerli. Biraz acımasız bir yaklaşım olacak belki ama sanki dışarıdaki hayatı böyle anlamlandırmak yanlış ve tehlikelidir. Yazımın giriş bölümüne atıfta bulunup söylersem, haz alınmayan ve uzaktan seyredilen bir yaşam hiçbir amaca hizmet etmez. Bu insanın kendisi için de başkası için de böyle.


Bu aşamada şunu da söylemek istiyorum; şair bulunduğu alanda artık sıkılmış kendine doğru yolculuğa çıkmak istiyor ama yapamıyor. Bunun çeşitli nedenleri vardır; yol gösterenin olmaması, korkması, sorgulaması, belki ölmesi, nefes alamaması, ya da bunun yanında o kadar geniş bir merkeze sahip olması. Ama ne şairin vaat ettiklerinde, ne de yaşadığı sıkıntılarda çok ağır bir izlek söz konusu değildir.


Kitabın sonlarına doğru bizleri karşılayan şiirler çocuğa yöneliyor. Ama orda da bizleri karşılayan, şairin çocukluğundan ziyade başka çocuklar:


“yaralı bank eskimiş çocukları hatırladıkça” (s. 60, ‘Son’)


Sonuç olarak, baştaki giriş yazıma ters düşmüş bulunmaktayım. Şair niyet olarak kendini tamamlamak isteyebilir. Kendini bu halde de kabul edebilir. Veya şair benim bilemeyeceğim başka şeyler de isteyebilir. Ya da şair ne istediğini bilmeyebilir. Bunu bilmek için de yola çıkabilir. Beklemeye karşı değilim elbette. Bekleyene ben şahsım olarak gidebilirim de. Ama yine ben şahsım olarak, bulunduğum alan yağmalandığı için bir başkasına gitmem. Diğer alansa benim için görünebilir bir alansa eğer, bende olmayanları almak için isteyerek giderim. Tabi ki bu benim.
                                                              
Kısa da olsa Polat Onat’ın ‘Son’ kitabına misafir olduk diyelim. Bizi hoş tuttu. Zaten birinin diğerine dâhil olmasının neredeyse imkânsız olduğu bir çağda yaşadığımızdan, misafirliğimiz de şimdilik bitti.


Yine biz şairden bir dizeyle bu yazımıza bir son verelim:


“Elinde bulunan son imkânı kullanmak: Son kozunu oynamak” (s. 10)


---------------------------------------------------------------------------------



# AZİZ KEMAL HIZIROĞLU'NUN "POLAT ONAT VE 'SON' SESSİZLİĞİ" ADLI YAZISI:
(Eliz Edebiyat Dergisi, Sayı: 14, Şubat 2010, Sayfa:28,29)


Mühür Kitaplığı’nca yayımlanmış ‘Son’ adlı bir şiir kitabı var elimde. Şair Polat Onat’ın ilk kitabı. Dönüp dönüp okudum kaç kez. Bazı dizelerini de günlüğüme iliştirdim.


Sözcüğün anlam kaygısından çok, şiir ve şiir dili içinde nasıl yer kapladığını gözeten bir şairle karşı karşıyayız. İmge ve eğretilemelerle öyle çağrışımlar yaptırtıyor ki, şiiri ya da dizeyi merkez kabul edip çarçabuk uzaklaşıyor ve hemen merakla geri dönüyorsunuz. Şairliğin bir biçem ustalığı ve farklılığı olduğunu sezmiş P.Onat. Nesnel dünyayı ve algıları kendince dönüştürürken, aklını ve düşlerini nasıl kullanacağını iyi biliyor.


Özü asla es geçmiyor, ama ayrıntılardaki görkemi de yakalıyor, yakalattırıyor.
“güvertedeki kayıp kovayla eksiltiyor gökyüzünü” (s. 36, ‘Deniz’)
Ayrıntıları yakalarken yalnızlıkta da ustalaşmış olduğunu anlıyoruz. Kendi iç konuşmalarıyla, öteki insanın nesnel ve düşsel hallerini; okuyucuya volümü yüksel(t)en bir sesle ve çağrışım zincirleri yoluyla anımsatmayı iyi beceriyor. Okuyucuyu analize ya da senteze çomak sokmaya zorluyor.


İmge yaratmanın, ‘şey’lerle ilgili bir tasarımın bilinçle görünür hale getirilme çabası olduğunu fark etmiş genç şair. ‘Son’ adlı kitabı baştan sona okuduğunuzda, düş ile gerçek arasında gerilimli bir yalnızlıkla donandığınızı görüyorsunuz. Kendinizden uzaklaşıp başka nesnelere dokunsanız da yine kendinize dönmek zorunda kalıyorsunuz.


“Şiir bir bakıma, kendi varlığımızı bütünüyle içerecek şekilde dünyayı ve şeyleri incelememiz gerektiğini imlemeli” diyor sanki P.Onat, özellikle dikkatli şiir okurları için. Bilinçöncesi, bilinç, bilinçaltı ve bilinçdışının bir şaire etkilerini usulca izliyoruz bu kitaptaki şiirlerde.                                 
Bir ilk kitap için böylesi iyi şiirlerin, şairini ileride daha büyük sorumluluklar altına sokacağını ve yeni şiirler yazarken zorlayacağını düşünüyorum, ancak kumaşı iyi olan bir şairin hiçbir zaman vasat şiirle yetinmeyeceğini de unutmadan…


Polat Onat 1979 doğumlu genç bir şair. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümü mezunu. Halen Batman’da sınıf öğretmenliği yapıyor. Okuduğu lise Veteriner Sağlık Meslek Lisesi olduğundan, bir ara Elazığ’da veteriner sağlık teknisyenliği de yapmış. Şiir yazmaya ve yayımlamaya 20’li yaşlarında başlamış. 2002’de Rıfat Ilgaz şiir yarışmasında mansiyonla ödüllendirilmiş.


Şiirleri ve şiir üzerine yazıları 2004 yılına kadar Varlık, E, Heves, Başka, Kavram Karmaşa, Şiir Ülkesi, Sepya, Budala, Kuzey Yıldızı, İmlasız, Ağır Ol Bay Düzyazı, Daktilo, Ay, Akatalpa adlı dergilerde yer almış. Özgeçmiş bölümünde çok ilginç bir not daha var: “2005 yılından itibaren dergileri sadece okur olarak takip etmeyi tercih ederek şiir ve yazı yayımlamayı bıraktı. İlk çalışması olan ‘Son’ üzerine yoğunlaştı.” Belki böylesi tercihleri yapan başka şairler de vardır, ama deklare eden bir şairle ilk kez karşılaşıyordum. İlginç…


“Anneme ve Melek’e” ithafıyla başladığı kitabını, Goethe’den yaptığı alıntıyla sürdürmüş. Alıntıyı yazmak istiyorum, çünkü kitaptaki şiirlerden bazıları bu alıntıdaki içerikle birebir örtüşüyor. Sözünü ettiğim o şiirler sanki çağrışımlar ve çağrışım zincirleri yoluyla Goethe’ye şapka çıkarmak için yaratılmış:
“Güzel bir yaz akşamı tepeye çıkarsan beni hatırla. Seni düşünerek kaç kere o vadide gelip gittiğimi düşün. Sonra mezarlığa doğru dön. Batmakta olan güneşin solgun ışıkları altında, mezarımın üzerindeki otların rüzgârla nasıl dalgalandığını seyret.” (Johann Wolfgang Von Goethe)


Sonraki bölümde şiirlere geçmeden önce, ‘son’ sözcüğünün sözlükteki dokuz karşılığı yazılmış. Bu karşılıklardan sonra, sanki ‘son’un onuncu karşılığıymış gibi “Ve aniden sonsuzluk” şeklinde bir düş-tespit eklenmiş.


64 sayfalık kitapta tam 45 şiir var. Bunun nedeni 42 şiirin birer, 3 şiirin de ikişer sayfadan oluşması herhalde. Burada şiirlerin niteliksel birlikteliklerinden ziyade, incecik bir kitapta niceliksel yoğunluğunu vurgulamaya çalışıyorum. İlgimi çeken bir husus daha: Tüm şiir adları tek sözcükten oluşuyor. Aslında sözcük tasarrufunu ve sezgi yoğunluğunu arttırmış böyle yaparak. Zaten sezgi kaygısı taşımayan ve şiiri bir hazır lokma gibi hemen ‘anlaşılır, yutulur cinsten yaratı’ olarak düşünen okuyucularla ilgisi yok onun. Şiirinde ‘şey’in imgesiyle olası gerçekliği birbirine ilintileyerek, zamanı silmeye ya da şaşırtmaya çalışıyor. ‘Son ile başlangıç’, ‘son sonrası ile başlangıç öncesi’ aynılaşarak sessizliğe ve karanlığa yerleşiyor. Bu bütünleştirme ve aynılaştırma çabasında başarılı olduğu kesin. ‘Yakın geçmiş’i, başka bir ‘gelecek umudu’ kalmayabilir korkusuyla ‘şimdi’ye çekiyor ve usulca ‘yeni bir gelecek’e bırakıyor. ‘Son’un tanımlarıyla başladığı kitabını ‘Son’ adlı şiiriyle bitirirken, sessizliğe kaçmak isteyen şiirlerinin seslerini yükselttiğini izliyoruz. Gizil bir ironi…
                                                                  
45 şiirin hepsini birkaç defa okudum. Bazılarını ise sondan başa doğru (tersinden) okumayı denedim. Okuduklarımda algıda ve çağrışımda eksilme olmadığı gibi, kimilerinde şiir sanki daha bir güzelleşiyordu. (Necatigil’in bazı şiirlerindeki işçiliği anımsattı bana.) Burada her ilk dizenin nefis bir final dizesine dönüştüğünü de belirtmekte yarar var. Okuyucular bu tespitimi kitaptaki çoğu şiirde sınayabilirler. Rastgele bir örnek olarak Hayat’ adlı şiire birlikte bakalım. Düzünden okursak şöyle:



HAYAT


zaman saatimin hiç bitmeyen ekmeği
aynı elimle tekrar açılmasa da kapılar
ruhumu parçalayan o incecik depremle
çadırlar kurulacak mavi topraklı ovada
çürüyerek umutlar yapraklarla beraber
bu köhne boğucu hep karanlık odadan
güneşe kanat açar artık bıkmış sandalye
ve ben öyle dururum hayat akıp dururken.

(Son, sayfa: 48)


Şimdi şiiri tersinden okumayı deneyelim:


“ve ben öyle dururum hayat akıp dururken
güneşe kanat açar artık bıkmış sandalye
bu köhne boğucu hep karanlık odadan
çürüyerek umutlar yapraklarla beraber
çadırlar kurulacak mavi topraklı ovada
ruhumu parçalayan o incecik depremle
aynı elimle tekrar açılmasa da kapılar
zaman saatimin hiç bitmeyen ekmeği.”


Polat Onat’ın çok sık kullandığı izlekler ölüm, hayat, zaman, ıssızlık, ışık, karanlık, bekleyiş, toz(lanma), unut(ul)uş, boş(luk)… Ayrıca şiir ve şair sözcüklerini de sık kullanmış. Şiirin içinde şiir ve şair sözcüklerini kullanmak yerine, mecaz ve eğretilemelerle çağrıştırmayı deneyebilirmiş. P.Onat’ın, şiirlerini bir bütün olarak tasarladığını, dizelerine özel bir ağırlık ve ayrıcalık tanımadığını sanıyorum. En azından okumalarımdan bunu çıkardım. Ancak yine de ‘berceste’ olarak bir kenara alıntılanmaya değer pek çok dizesi var. Buna sayısız örnek verilebilir, ama ben 16 örnekle yetineyim:


“uzağın iki fersah gerisinde mi yine yalnızlık?” (s. 14, ‘Sorular’)
“sendeleyerek yere düştü camı tıklatışın” (s. 17, ‘Eriyiş’)
“okuyorum şimdiye dek yazdığım en güzel boş sayfayı” (s. 19, ‘Şiir’)
“geceye savuruyor rüzgâr ölmüş elvedaları” (s. 22, ‘Gece’)
“yürüyor yağmur okşarken su testisini” (s. 24, ‘Köylü’)
“sıkıntı yazgımızdır ömrün sonuna dek yaşamak” (s. 31, ‘Yol’)
“ıslanır etekleri bulutsu derinliğin hatırla
gasilhaneden sekerek uzaklaşan güğümü” (s. 32, ‘Gökyüzü’)
                                                                  
“kütüphane raflarının uyuyan zamanında
sağaltılmış yara kanamaya başlar yeniden” (s. 35, ‘Kütüphane’)
“üzülecek hava kararırsa eğer dünyanın sonsuz olduğuna” (s. 38, ‘Uzak’)
“çimenlere oturmuş yaşlı bir sessizlik” (s. 42, ‘Sessizlik’)
“haydi söyle insan neyi affedebilir son kez” (s. 45, ‘Susmak’)
“nöbetçi baloncular kapanıyor birer birer parklarda” (s. 49, ‘Çocuk’)
“terk etmiş kumsalı iki berduş yengeç” (s. 51, ‘Giden’)
“hep unuttuğun gibi tanıdın dünyayı sen” (s. 53, ‘Tren’)
“sıcak bir ekmek gibi patlıyor bomba” (s. 57, ‘Savaş’)
“yaralı bank eskimiş çocukları hatırladıkça” (s. 60, ‘Son’)


Sözün özü: Polat Onat has bir şair. Şiirin yakasını bırakmayacağını umuyorum. Bırakmayı denese bile, şairini arayan şiir onun yakasını bırakmaz. Ey okuyucu, şiirleriyle usuna ve yüreğine sokulacak ve de günlük tutuyorsan ‘tabula rasa’nda bir yer edinmeyi deneyecek olan bu şaire dikkat diyorum.


---------------------------------------------------------------------------------


# BEHÇET YANİ'NİN "SON" ADLI YAZISI:
(Şiiri Özlüyorum Dergisi, Sayı: 35, Mart-Nisan 2010, Sayfa:33) http://www.sanatalemi.net/


‘Son’ Polat Onat'ın şiir kitabının adı. Bir Mühür Kitaplığı yayını. Kitabı elime aldığımda kapak resminin kitabın adıyla uyumlu olması dikkat çekiciydi. Yalnız kapaktaki resmin matlığı, biraz da silikliği bilinçli bir tercih mi, net bir kanıya varamadım. Okumaya başladığımda gördüm ki ‘Son’un kullanımına dair açıklamalarla ürkek bir başlangıç yapmış şair, içinde sonsuzluk visalini taşıyarak.


Kitap bir bütün olarak ele alındığında, kitabın bir bütünlük taşıdığı, kitapta bir düzenin olduğu hemen fark ediliyor. Şiirler birbirini tamamlar nitelikte. Yalnız şiirler tek tek ele alındığında; bazı şiirlerde, yer yer dizelerin kendi başlarına hareket ettiği göze çarpıyor. Kendi başlarına amiyane bir hareket değil bu, dizelerdeki özgür ve etkileyici bir kanat şakırtısı. Ben bunun, Onat'ın şiirleri damıtma ya da sözcükleri azaltma hissiyatından kaynaklandığını düşünüyorum. Ondaki bu titizlik, nevi şahsına münhasır bir mükemmeli yakalama zaafından kaynaklanmaktadır. Ama sözcükleri kırpa kırpa şiir ağacını çıplak bırakmış biraz. Oysa şiir ağacını yaprak ve çiçeklerle süslemeli ki albenisi olsun. Unutulmamalı ki üzerinde libası olanın albenisi her zaman daha fazladır. Şiirleri bu denli budaması kanımca, şiir dünyasında kendime yer edinebilecek miyim tedirginliğini, kaygısını taşımasındandır. Şiirin hamurunu iyi yoğurayım derken kıvamını biraz kaçırmış gibi. Yani Onat için, şiirin üzerine düşünmekten, şiiri yazmaya vakti kalmamış bir şair demek mümkündür.


Bununla beraber şair asla bir arayış içinde değil. O aradığı sesi, ışığı bulmuş, bilinçli bir şekilde sözcükler kaleminde dile gelmiş. Demek istediğim şairlerin kavgalı olduğu, birbirlerine ambargo uyguladığı bu alanda kendine yer bulma kaygısı... İşte bu kaygıyı da içinde taşıyarak, şiirdeki derin sessizliği yakalama amacıyla, sözcükleri damıtma ve azaltma yoluna gitmiş, günümüzün şiir anlayışına kendini kaptırarak imlasız bir şiir tarzı benimsemiştir. Fakat taklitçiliği çağrıştıran ögelerden uzaktır şiiri.
                                                               


Giriş şiirini saymazsak, kitaptaki şiirler yedi ve dokuz dize sınırlamasıyla karşılaşmış. Onun şiiri bir çırpıda seslice okunacak ve sizi derinden sarsacak bir şiir değil. Onun şiiri sessizce ve sadece kendinize okuduğunuzda sizi derinliğine çekecek ve bu dizelerde sessizliğin tadına varacaksınız. Şiirinde sevinç naraları atan, çığlık çığlığa ağıt yakan, sözcükler bulamazsınız. Daha çok ölüm anının erdemini fark eden bir duruş sergilemektedir. Bu pencereden bakıldığında Onat’ın sesi ufuk açıcı bir etkiye sahip. Kısacık şiirlerinde görsel imgeler kullanarak çoklu anlamlar yaratıyor.


Irmak şiir dediğimiz tarza başvurmadığı için, sesinde coşkun akan nehir misali dizelere tanıklık edemezsiniz. Daha çok ağır ağır ve derinliği saptanamaz, bol kıvrımlı, gizemli bir nehir gibi akıyor Onat’ın şiiri. Bu gizemli nehir, daha derinliğinde neler taşır bilinmez. Fakat şiire açılan kapılara farklı bir anlam kazandırdığını söylemek mümkün. Hakikati olduğu gibi vermek yerine imge ile tarif etme yolunu seçmiş, imgeyi biraz fazla kullanarak. Belki de budur şiirini gizemli hale getiren. Fakat sözcükleri bu kadar azaltma yoluna gitmeseydi, şiiri olduğundan daha fazla ses bulabilirdi diye düşünüyorum.


Onat, ‘Sorular’ şiiriyle çıktığı yolculuğu sorgulayarak adımlamış, küçük adımlarla zirveye doğru yürümüş. Bir anda zirveye kurulmanın derdi yok onda. Irmak şiirle başladığı şiir serüvenine imlasız şiirin rüzgârına kapılarak devam etmiş ve bu şiir tarzıyla sanatı şekillenmiş.


Polat Onat’ın şiir serüveninin kitabın adı gibi ‘Son’ olması mümkün değil. Bu ‘Son’ onun şiirinin sonu değil, başlangıcıdır. ‘Son’suzlaşma hesabı olan bilinçli bir başlangıç...


Şairin şiirlerinden biri:


ÇOCUK


afrikalı aç çocuk ağlarken hıçkırarak
kıvamını bekleyen saat demler hakikati
eskimiş ceviz sandıkta içi boş patiklerim
nöbetçi baloncular kapanıyor birer birer parklarda
kaldırımların üzerinde arıyorum çocukluğumu
hep aynı yerde durarak kavradım
ne kadar sonsuzmuş evren.

(Son, sayfa:49)


---------------------------------------------------------------------------------


# ALİ AYÇİL'İN "2009’UN İLKLERİ: BİRKAÇ UMUT, PEK ÇOK HÜSRAN" ADLI YAZISINDAN BİR BÖLÜM:
(Şiir Defteri 2010 Yıllığı, Sayfa: 376)


Son / Polat Onat / Mühür Kitaplığı:
Kendine özgü iskeleti olan bir kitap ‘Son’. Her bir sayfa, tek kelimeden oluşan bir şiir başlığıyla, sekiz on dizeyi geçmeyen şiirlerden meydana geliyor; sanki başlık yapılan kelimeleri şerh ediyor şair. Ama bu bir şerh mi, dolambaçlı bir söz oyunu mu, muğlâk bir metafizik söylem mi belirsiz. Özel bir seçime girmeden 44. sayfanın başlığını ve altında yer alan dizeleri aktarmak isterim:


ÜZGÜN


tomurcuklanan saksıdaki dağınık karga
gri bir koku yayıyordu yaprakları
güneş hani o bildiğimiz aynısı yeniden
bir an olduğu yerde olmadı tek bir şey
üzgün gözlerle uzaktan baktım ben
sigarası dudaklarına yapışmış elleri kenetli
öyle salıncakta oturan ki park ıssız
birkaç saniye önce çenesini kaşıyan sağ eliyle
birkaç sene sonra bu şiiri yazacak bana.


(Son, sayfa: 44)
                                         
Biz sormuyoruz hayır, bu metnin kendisi bizi sormaya zorluyor: Tomurcuklanan saksıdaki dağınık karga nasıl olur; hadi oldu diyelim, yaprakları gri bir kokuyu nasıl yayar? Ve “güneş hani o bildiğimiz aynısı yeniden” dizesinin anlamı, göndermesi nedir? Bu sorular bütün kitaba teşmil edilebilir.


---------------------------------------------------------------------------------


# HÜSEYİN PEKER'İN "KİTAP SIRTINA YAZILANLAR" ADLI YAZISINDAN BİR BÖLÜM:
(Kurşun Kalem Dergisi, Sayı: 6, Temmuz-Ağustos 2010, Sayfa:38)


Polat Onat ilk söyleyeceği söze ‘Son’dan başlayarak, belki içindeki dinmeyen tepkiyi dillendiriyor. Kitabın girişine de birkaç çeşit ‘Son’ tanımı ekleyerek, niçin sondan öne doğru yol aldığının resmini çizmeye çalışıyor. Hayli özgün bir ses Polat Onat, bugün yazılan şiirden ayrı bir yerde, ama çok uzakta da değil.


Yeni bir sesin habercisi görünüyor ilk okuyuşta. 7–10 arası dizelerden oluşan, aralarında ayraç bulunmayan söz demeti oluşturuyor bu şiirler. İçinde Robert De Niro’dan Humprey Bogart’a bazı değişik göndermeler de barındıran; farklı bir ironiyle kapıştığımız, yaralı bir sesin gülümsemesi gibi görüntüleniyor şair.


“paramparça bir sandal yüzerken koltukta” (s. 20, 'Aşk') diyor örneğin.
“kaybettiğim sözcüğü kırılmış” (s. 19, 'Şiir') diyor bir de.
İlk anda bunun böyle kurulmayacağını hesaplıyorsunuz. Öyle ki, sandalın koltukta yüzmeyeceği belli. Ama onda affedilir bir görüntüye eklemleniyor bu.


Şiirlerin tümünün içine girdiğinizde; tozlanan bir fotoğraf albümündeki resminden; kokoreç yediği sandalyeyi satarak anı peşinde koşan bir ozanın, çok beklettiği kişilere övgü ve özlem yansıyan dizelerine kavuşursunuz. Onun özgün bakışında, bombalar sıcak bir ekmek gibi patlar. İnsanlarda umut ölene kadar devam edecek diye; iyimser gözlüklerin aydınlığıyla bakar kâh Karakoçan’daki anaokulu öğrencilerine, kâh valizinde sakladığı yakılmış şiirlerinin küllerine. Karşımızda özgün bir ozan vardır. Dizeler üzerine ayrı bir emek ve çaba getiren, “hiç konuşmadan öylece susmayı” sesleyen, ömrüne adanmış dizelerle. Tıpkı Dağlarca gibi. Onu şiire bırakan kesik seslerle. İçinde yıllarca önce ölmüş kütüphane görevlisinin gülümseyen iskeletiyle.
Dedim ya, hatanın affedilir yanı saklıdır hep onda:


“sabah vurmuştuk dağ yoluna dize yakın ot” (s. 34, 'Ot')
Böyle mi söylemeli bu üst üste dizeyi demezsiniz. Çünkü arkadan tahta kapınıza yığılan tezekler, Doğu Anadolu’da görev yapan öğretmenin yaşama azmi ve sevgisini bekleyişi çıkar dikilir karşınıza: Dilin zindanında, söndürdüğü şarkının içinde hapsolmuştur.
Kaybettiği sözcüğü kırılmış, şimdiye dek yazdığı en güzel boş sayfayı okumaktadır. Kaybettiği sözcükleri kırar, anlatmayı kurtuluş olarak görür, geceye savurur rüzgârla birlikte elvedaları. Okuduğu ve biriktirdiği kitaplarla canlı ve diri bir alışverişi vardır işin sonunda. Yüzyıllar boyu şairince imzalanmış kitapları kütüphanesinde bataklık içinde görür.


Tüm bunların sebebi şairin Doğu’da yaşadığı yalnızlıktır. Belki Son’daki şiirler de Doğu Anadolu’da görev yaptığı günlerin bir anı defteri olarak saklanmalıdır.


“kıpırdanıp duruyor unuttuğun tozlu siyah valiz
eridiğinde sönecek masamın üstü kayıp kitaplar” (s. 25, 'Mum')
Yalnızlığın içinde erirken kitaplar kıpırdamakta, şairimiz bu dinmeyen ölüme acemice hazırlanmaktadır. Çünkü hayat onun gaipten yarattığı seslerle ve yalnızlığın ürpertisiyle, kendi iç konuşmalarıyla süslenmektedir. Her sesin bir diğerini izlediği yer, onun bitirilmemiş seslerle yazıldığı izini bırakır, ya da hissini.


Kardelenlerin intikamı için yüreğindeki kederi, buz gibi bir düelloya davet eder. Bunun adı yalnızlıktır, Doğu’nun ürperten umar bulunmayan yalnızlığı. Belki kitabımızın adının ‘Son’ diye başlaması da bundan. Polat Onat’ın mezarına kefensiz uzandığını bahsettiği yer ise; şairin bize gönderdiği çığlık olsa gerek. Hani, bağırıyorum ama duyamazsınız, der gibi.


---------------------------------------------------------------------------------

AHMET GÜNBAŞ'IN "ŞİİRDEN ŞİİRE XVII" ADLI YAZISINDAN:
Zalifre Yazıları Dergisi, Sayı: 8, Aralık-Ocak 2011


Abartısız, gösterişsiz bir şiir Son’da yer alan kandili yanık duyarlıklar. Rüzgârın ve yağmurun adımlarından yaprakların yeşilli sarılı uğultusuna değin ayrıntılarla konuşuyor. Bunu yaparken sonsuzluk gölgesiyle dolaşıyor şair. Evet evet, sondan başa yürüyen bir sonsuzluk anıştırması…

Son denince akla gelenleri sıralamış kendince Onat: Nesnelerden kavramlara uzanan çizgide son yağmurlar, son vagon, son metelik, yolun sonu, son kozunu oynamak, son vazife, son bulmak, son hızla gitmek, sona ermek  gibi yaşamın dirimliliğini sorgusuz sualsiz bir an’a dönüştürdüğümüzde,  açılan son kapıda Son’daki dizelerle karşılaşırız.

Polat’ın şiirde ilk kozunu oynadığı bu yapıtta, doğayla içinin kırlarında gidip gelen seslerin felsefi bir uyumu var. Bana biraz Melih Cevdet’i, çokça da Oktay Rifat’ı anımsatsa da, Onat’ın pastorallığına sinen yaşama sevinci, varoluşçulukla mayalanan bellek kayıtlarına kıstırılmış buruk tatlar, kokular bırakma özelliğiyle benzerlerinden ayrışmakta.

Son ya da sonsuzluk kavramı tematik sorgulamalarla irdelenirken, kısa şiirlerle varılan hüzün duraklarında değişik öyküler yansıyor şiirin aynasına. Eğer bir şiirden kaç öykü çıktığını hesap etmek isterseniz, zaman ve mekândan belirsiz Yol’a getirelim sözü:

YOL

gerçek hayattaydık yolun siyah çölünde
unutamadığın anılar olmamış şeyler yani 
sıkıntı yazgımızdır ömrün sonuna dek yaşamak
hep şair kadar acemi hazırlanırdım ölüme
sabah rüzgârı gözleriyle duyunca
anlıyorum beni hiç sevmediğinizi yapayalnız
bir yürek gibi dalgalanıyordu ipteki çamaşırlar.

(Son, sayfa:31)

Gördüğü üzere pek öykü filan yok ortalıkta; hepi topu aynada bir kişi var. O da şairin kendi. Ne var ki “gerçek hayattaydık”, “sıkıntı yazgımızdır” çoğuluna kayıtsız kalan sevmeyen bir topluluk ya da sevgisiz bir benzerlik!.. Ki şair, ipteki çamaşırlara yüklediği yürek çarpıntılarıyla yalnızlığını avutuyor. Şimdi bu şiirden kaç öykü çıkabileceğini varın hesap edin. Çünkü yakın plan baktığınızda “yolun siyah çölünde” hükümsüz kılınan yığınla insan halleri fışkırabilir?

Onat, içselleştirilmiş sorularla kuruyor şiirin omurgasını. Bu, bazen soru tümcesiyle, bazen de olası soruları okura bırakan düz söyleyişlerle başarılıyor. Sürekli deştiği, içini dışına çıkarmak istediği bir yanıtsızlık hali var ki sanki yaşamın ve insanın gizi orada saklı gibi duruyor. Örneğin “cevapsızlığın kunduzunda”  sevgiliye “kimdin sen?” diye sorabildiği gibi, zamanın akışında “ve ben öyle dururum hayat akıp dururken”  (s:48) kimi soruları da çınlamalarıyla baş başa bırakan bir kayıtsızlık hali çarpıyor gözümüze.

Ancak ‘zaman’  ve ‘ölüm’, ‘son’a bağlanan iki temel izlektir kaçınılmaz. Yaşama seyirci kalmanın, “köprülere gidecek gökyüzünden gözlerinle” (s:58) derken Kurtalan İstasyonu’nda paslı raylarla birlikte çakılıp kalmanın geçerli bir hüznü var dile getirilecek. O hüzün ki asla yarım tatlarla, eksik yaşanmışlıklarla avunmuyor. Yabancılaştırılmış olana da yalvarıp yakarmıyor. Gerçekliği, bütüncül olanı ‘son’daki göstergelerle tanımlıyor. Bunu da gelmeyeni, kendi tanımıyla “sessizce bekleyerek” değerlendiriyor. “sabrın bir anıt gibi yükselttiği” (s:27)  kimi karelere sığınıp ‘an’ı  ölümsüz kılmak başlıca zamanölçeri. Tıpkı Tabut  şiirinde yer alan “tabut an mendilini katlamış tahtaların arasına” (s:43) söylemiyle yaşanmışlığın özündeki inciye işaret eder. Çoğunlukla o inci acıdan yontulmuştur. Telaşları, iniş çıkışları olağanlaştıran üslupta, sonsuzluk düşüncesi öncelikle baktığımız yer ve bakış açımızla ilgilidir. Örneğin “Afrikalı aç çocuk ağlarken hıçkırarak” (s:49) dizesiyle başlayan Çocuk şiirinde, şairin antenleri “nöbetçi baloncular kapanıyor birer birer parklarda”  gözlemiyle acının dalgalarını toplayarak “hep aynı yerde durarak kavradım / ne kadar sonsuzmuş evren” (s:49) öznelliğiyle birleşir. Böylece açlık/yoksulluk çocuktan çocuğa atlayarak yakıcılığını duyuran evrensel empati ağları oluşturur.

Onat, hangi nesneye dokunsa ya da oklarını çevirse, eşyanın içini dolduran hüznü gün yüzüne çıkartır.  Hoşçakal şiirini irdelediğimizde paslı bidonu kuşatan pasın “tuhaf anılarla”  örülü geçmiş zamandan izler taşıdığını anlarız. Unutmalar, pişmanlıklar pas sürecini oluşturur. Kitap şiirinde gezindiğimizde ise, “hep aynı yerde kalmak istiyorum anla beni / yüzyıllar boyu şairine imzalanmış kitaplar bataklığında” (s:23) denilerek, bir kitabın imza anındaki gençlik iksirine vurgu yapılır. Böylece eşyaların dilini çözmek, insanların onların insanlarla ilişkili tarihine dikkati çekmek şiirsel bir inceliktir. Ki bu ilişki, yaşam atmosferinin devinimiyle ölçülür. Eğer “ölü şehir, fışkıran karanlık, şiirin külleri, paslı ayna, sararmış fotoğraflar, seneler öncesi uyku ve taşlaşmış gök gürültüsü” (s:50) gibi natürmort durumlar ilişkiler çevresinde katmerli kavkılar oluşturuyorsa, bilin ki orada yaşanmışlıktan eser yoktur. Söz konusu saptamaların öğelerini Otel adlı bir şiirden aldığımı söylersem, yıllar sonraki yalnızlığın taş kesilmiş hali herkesi yaralayabilir.

Anların önemi hemen her şiirde vurgulanır. “bakar mısın bize iki çay” (s:33) diyen Çay şiirindeki geçmişe salınımda, masada beliriveren sevgilinin sureti hiç yitmeyecek bir fotoğraftır. Yaşanılmışlığın üstünü örten her şeyde yine ıssızlığımızı çizecek göndermeler vardır. Sözgelimi “hep unuttuğun gibi tanıdın dünyayı sen”  (s:53) suçlamasında yara izleri sanki ortak bir insanlık suçu gibidir. Nesnelere işleyen yara izinde Savaş’ın laneti “sıcak bir ekmek gibi patlayan bomba” ironisiyle anlatılabildiği gibi, Ağlayan’da resmedilen yaşlı kadının yoksulluğu “yoksulluk zor ninem yardımlar bitti / bu daracık odada kararırken tahtalar” (s:56) bütünselliğiyle verilir.

Bir bakıma son’u duyumsamada ya da kavratmada biraz karamsar olduğunu söyleyebiliriz Onat’ın. Bu biraz tematik yönelişin siyahlığıyla ilgilidir. “yıkanırsa anlardaki kan lekeleri kendince / fısıldadılar var mı daha güzeli acıdan” (s:17) şeklinde sonsuz kılınan kavramsallıkta siyahın içindeki ışığı ya da tortuyu ele geçirdikte biraz hafiflersiniz. Hatta sizi son’a hazırlayan nobran sözcüklere aşina olursunuz. Tıpkı Son şiirindeki ‘yaralı bank’ın sevimli ve yufka yürekli kılındığı gibi:


“ilerliyordum her adımda büyüyen ayaklarla
geliyor diye mırıldandı park o buraya geliyor
varmıştım doğarken ıslak salıncaklara sevinç
yaralı bank eskimiş çocukları hatırladıkça” (s:60)


Son’daki sonuca göre kenara çekildiğine değmiş Polat Onat’ın şiiri… Yüksek sesli söylemlerin arasında sessizliği, farklılığı, ağırbaşlılığı hemen göze çarpıyor. En azından şiirsel çınlamaların peşine takılıp anlarımıza sahip çıkmayı öğretiyor bize. Onat’ın şiire ara verdiği süredeki suskunluğunu da bu başarıya eklememiz gerekiyor kanımca.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder