77.GÜN 16
Şubat 2030 Cumartesi
/ 17.20
Öğlen yemeği esnasında, aşçım Edimah, ürkütücü bir olaydan bahsetti. İlk başta inandırıcı gelmedi. Ancak, dünyanın yok olmasına yirmi üç gün kala, her şeyin mantıklı bir çerçevede seyretmediği zaten belli. Bu nedenle, anlattıklarına yeterince ikna olduğumu belirtebilirim.
Söylenenlere
bakılırsa, şehrin büyük mezarlığından tuhaf sesler geliyormuş. Yer altından
gelen uğultuların son birkaç gündür daha da arttığına, o çevrede oturan
kişilerin hepsi şahitmiş. Ölülerin, yattıkları mezarda, kıyametin yaklaştığını
hissedebileceklerine pek ihtimal vermiyordum. Fakat son zamanlarda, benim
ummadığım ve beklemediğim o kadar çok olay gerçekleşmişti ki.
İçimde, bu söylentiyi araştırma isteği uyandı. Evdeki
herkes, artık sokağa çıkmanın, büyük ölüm tehlikesi oluşturduğunu öne sürerek,
mezarlığa gitme isteğime karşı çıktı. Ama onları dinlemedim. Hiçbir riskin
gözümü korkutmayacağı bir çizgide yaşamak, eskiden beri ideallerimden biriydi.
Muhtemel vahşi hayvan ve insan saldırılarına karşı, tedbir olarak yanıma bir
tabanca aldım. Oksijen maskemi takmayı unutmadım.
Dışarı çıktığımda, karşımda neredeyse bir hayalet şehir
vardı. Hemen hiçbir hayat belirtisi göze çarpmıyordu. Yol boyunca karşılaştığım
bütün bitkiler kurumuştu. Gri bir hava,
toz, is, pus, duman. Ürkütücü ve sürreal bir ıssızlık tablosu, neredeyse
somut olarak karşımda vücut bulmuştu.
Kaldırımlara dikilmiş olan ve çevredeki parklarda mevcut
ağaçların önemli bir kısmı tamamen kuruyarak yıkılmıştı. Kalanlar ağaçlar da
kendi kendine aniden devriliveriyorlardı. Ara sıra, koca bir ağacın yere
devrilmesinden oluşan ani gürültü haricinde, çevrede başka hiçbir ses yoktu.
Mezarlığa yaklaştığımda bir başkalık hissettim. Duyduğum
şeyi ses olarak tanımlamam, tam bir doğruluk içermeyebilir. Uğultu tabiri daha
yerinde olacaktır. Dipten gelen, yeraltından yükselen tuhaf bir uğultu.
Mezarlığın görkemli demir kapısı kapalıydı. İterek
açtığımda, kısmen paslanmış menteşelerden, mevcut uğultuda bile duyulan bir
gıcırtı yükseldi. İrice birkaç fare hızla kaçışıp, aniden gözden kayboldu.
Cebimdeki tabancayı yoklayarak içeri girdim. Göz alıcı bir simetrik düzenle,
ufka kadar uzanan on binlerce mezar taşının iç karartıcı kasvetini iliklerime
dek hissederek yürümeye devam ettim. Yüzlerce yıldır bu mezarlıkta yatan ıssız
kalabalığın görkemi, adeta ruhuma işliyordu. Mezarlığın içlerine doğru
ilerledikçe mevcut uğultu artıyor, beraberinde, zemindeki toprağı hafifçe
kıpırdatan bir titreşim oluşturuyordu.
Mezarlıktan yükselen bu apaçık uğultu, sanki her dakika
artıyor gibiydi. Ölülerin sabırsızlığı mıydı bu? Kıyametin yaklaştığını
duyumsayan cesetlerin mezarlarına sığamayışı mıydı? Tekrar dirilişi arzulayan
geçmiş insanların sevinç çığlıkları mıydı bunlar? Ya da mahşere kavuşmayı
istemeyen kötücül ruhların, pişmanlıkla yalvararak ağlarken çıkardıkları
hıçkırıklar mı?
Aniden şaşkınlığım daha da arttı. Çünkü az ilerde,
kocaman görkemli yelesiyle irice bir aslan dikkatimi çekmişti. Rahatça yayılmış
oturuyordu. Beni görünce hiç istifini bozmadı ve kıpırdamadı. İnanamayan
gözlerle, daha da yaklaşarak baktım. Yanlış görmüyordum. Aslanın hemen yanı
başında bembeyaz, pamuk gibi bir kuzu da vardı. Minicik kuzu, aslana sürtünerek
yakın çevresinde koşturup duruyor, sanki onunla oyun oynuyordu. Devasa aslan
ise kuzuyla hiç ilgilenmiyor, oturduğu yerde istirahatine devam ediyordu.
Gördüklerim ve duyduklarım bana yetmişti. Hızlı adımlarla
eve dönmek için yürürken, hafif bir yağmurun çiselemeye başladığını fark ettim.
Gökyüzü, milyonlarca yıldır yoldaşlık yaptığı yeryüzünün bu can çekişen haline,
sanki ağlıyor gibiydi.
POLAT ONAT
Çok güzel bir romana benziyor :)
YanıtlaSil