Meryem kitapları
incelemeye başladı. İlgisini çeken kalın bir romanı raftan çıkarmaya
çalışırken, araya sıkışmış ince bir kitap yanlışlıkla yere düştü. Meryem
yerdeki kitabı almak için eğildiğinde kitabın adı gözüne ilişti:
En Sevgili'ye (s.a.s.) Kelimeden Çiçekler
İlk açtığı
sayfayı, çömelerek, hemen oracıkta okumaya başladı:
Benim için
hoş bir sürpriz oluşturan, büyük onur ve mutluluk duyduğum bu sempozyum daveti
için öncelikle çok teşekkür ederim. İstanbul Bilgi Üniversitesi gibi saygın bir
kurumun organizasyonu vasıtasıyla, değerli üstatlar Hasan Ali Toptaş ve Şükrü
Erbaş ile beraber aynı platformda yer alarak, böylesi önemli bir etkinlikte
bulunabilme ihtimali, pek öyle herkese nasip olabilecek bir lütuf değil
doğrusu.
Bu nazik
jestiniz karşısında, müsaade ederseniz, sempozyumunuza neden katılamayacağım
hususunu biraz ayrıntılandırarak anlatmak ve taşra kavramı hakkında bazı fikirlerimi
kısaca paylaşmak istiyorum.
Yazma
serüvenime ciddi anlamda başlamadan önce kendime bir yol haritası çizdim,
belirlediğim bazı hususları prensip edinme gereği duydum. Temel mantık olarak,
çoğunluğun yaptığı şeylerin tam aksini yapma motivasyonuna dayanan bu
maddelerin hepsini burada tek tek anlatarak başınızı ağrıtmak istemiyorum. İzniniz
olursa konumuzla ilgili olanlara kısaca değineyim:
Birincisi: “Hayatım
boyunca hiçbir edebiyat dergisinde şiir ya da öykü yayımlamayacak, ürünlerimi
sadece kitap halinde paylaşacağım.” Müstakil bir yazıyla, bu kararımın farklı
nedenlerini uzun uzun anlatmam elbette mümkün. Tek bir cümleyle açıklamam
gerekirse; en görünür olma yolunun farklı yöntemler denemek olduğunu, herkesin
gittiği garanti yolu tercih etmektense az kişinin tercih ettiği riskli yolu
tercih etmenin edebiyat açısından farklı bir ufka yaklaşmaya vesile olabileceği
gibi tuhaf bir düşünceyi (yoksa kuruntu mu demeliyim?) kabullenmem olduğunu
varsayabiliriz. Tabii ki ayırdındayım, bu yolu uygulayıp da başarıya ulaşan
yazarlar yok denecek kadar az. Ama işin merak uyandırıcı dolayısıyla ilgi
çekici yönü de bu. Hayatta değil ama edebiyatta riski seviyorum. Normal bir
başarı yerine görkemli bir hezimeti daha tercih edilebilir mahiyette bulmuşumdur
hep.
İkincisi:
“Hiç kimse ile sanatsal birlikteliğe, kolektif akıma, ortak projelere, takım
çalışmasına girmeyeceğim ve benzeri bir grup oluşumuna asla katılmayacağım.”
Sanatın en temel motivasyonunun bireysellik, hadi daha iddialı söyleyeyim
mutlak yalnızlık olduğu kanısındayım. Mantıklı açıdan bakan birisi, Türk ve
dünya edebiyatından yığınla örnekler vererek benim bu savımda ne kadar haksız
olduğumu rahatlıkla kanıtlayabilir kendince. Ancak zamanın ötesine kalabilmek
için büyük bir avantaj oluşturan bu faktörleri, şayet karşılaşırsam bilinçli
olarak reddetmeyi tercih ederek, kendi dikenli yolumda sevinçle sürünmeyi devam
ettirmek kararında sonuna dek ısrarlı olduğumu bu vesile ile vurgulamak istiyorum.
Üçüncüsü:
“Ölene dek hiçbir imza gününde, şiir dinletisinde, kitap fuarı etkinliğinde,
panelde, sempozyumda katılımcı olarak yer almayacağım.” Kabul ediyorum,
tamamıyla mantıksız, hiçbir tutarlı dayanağı olmayan bir prensip bu. Edebiyat
netice itibariyle; okurlara ulaşmak, mümkünse kavuşmak, onlarla düşünsel açıdan
bütünleşebilmek için yapılan bir sanatsal çalışma. Bu bahsi geçen sosyal
etkinlikler de doğası itibariyle yeni okurlarla etkileşime geçebilmek için
önemli bir fırsat barındırıyor. Ama samimi olmak gerekirse; ben kendi egomu ve
kişiliğimi geri planda silikleştirerek, salt ortaya koyduğum yapıtlar
vasıtasıyla bir etki oluşturabilmeyi çok daha kutsal ve değerli addediyorum. Bu
söylediklerimi saçmalık olarak nitelemesi muhtemel kimi sanatçılara ise büyük
saygı duyduğumu, ama en ufak bir sevgi emaresi hissetmediğimi müsaadeniz olursa
burada ayrıca ifade etmek isterim.
Şöyle bir
durup baktığımızda, yukarıdaki satırlarımda dillendirdiğim olguların hemen
hepsinin yoğun bir taşralılık kompleksinin dışavurumu olduğunu iddia etmek de elbette
mümkün. Hayatım boyunca ben taşramı her zaman yanımda taşıdım. Benim taşram
içinde yaşadığım odamdır. Sabah kahvaltısını Batman’ın Tilmiz köyünde yapıp,
akşam yemeğini İstanbul Beyoğlu’ndaki bir lokantada yemenin hiçbir zorluk
içermeyen, gayet sıradan bir olay mahiyeti taşıdığı zamanlarda yaşıyoruz. Taşra
olgusunu 19. yüzyılın başlarında ortaya konmuş yerel kısıtlanmışlık mahiyetiyle
ele alan yaklaşım, günümüzde bence tuhaf duruyor, dahası komik kaçıyor. Kanımca
taşra kavramı, mekânla sınırlanamayacak bir zihinsel algı biçiminin farklı
varyasyonlarını tanımlayıp sınıflandırmadan somut olarak teşhis edilemez. Olayı
sadece mekan algısı boyutuyla ele alma yanlışına düşülürse en temel paradigma
konusunda vahim bir yanılgı içine girilmiş olur diyeceğim. Örneklemem gerekirse
şöyle bir soru sorardım: İstanbul’un Sultanbeyli Mahallesi’nin Kengirli çıkmazı
mı, Ankara’nın Kızılay Semti’nin Konur Sokağı mı? Sizce acaba bu iki mekan seçeneğinden
hangisi taşra vasfıyla kategorize edilerek tanımlanmaya daha müsait?
Teknolojinin
önemi tartışmasız tahakkümünü kimi zaman gönüllü, kimi zaman zorunlu olarak
hayatımızda başat öge haline getirdiğimiz bu çağda, taşra kavramını sözlük
manasındaki dar anlamıyla tartışmak bence abesle iştigal olur. Taşra olgusu,
zihinsel olarak güçlü bir kısıtlanmışlığın tezahürünü, sınırları belirsiz
muğlak yalıtılmışlıkları bünyesinde yoğun olarak barındırıyorsa gerçek manasına
kavuşur. Böylesi bir sürecin, ortaya konan sanatsal verimin kalitesine ve
niteliğine yansımaları olumlu mu olur, olumsuz mu olur? Her konuda olduğu gibi
bu konuda da genellemeye gitmek yanlış olacak. Ama ben taşradan nadiren iyi
edebiyat çıkacağına inananlardanım. Ancak bu nadir çıkan iyi edebiyatın da
taşra haricinde üretilen diğer üst düzey yapıtlardan çok daha kalıcı nitelik
taşıyacağını savını dillendireceğim.
İstanbul doğumlu ve ömrünün bir
kısmını İstanbul’da geçirmiş, ama hayatının sanatsal bilince erişme çabası
taşıyan kısmının tamamını Güneydoğu Anadolu’da yaşamış, bundan sonraki ömrünü
de herhangi bir aksilik olmazsa aynı mekânda geçirmeyi planlayan biri olarak,
taşralı olmamı yaşadığım mekana veya ortama değil, içimde gittikçe büyüyen
devasa yalıtılmışlık hissine bağlıyorum. Aslına bakarsanız taşra olgusu kendi
mahiyeti hakkında derinlikli konuşmalar yapacak, orijinal analizlerde bulunacak
bir zihni zenginlik sürecini bünyesinde taşıyamaz. Kendisi hakkında net
teşhislerde bulunacak global bir perspektife oturmuş bir taşralılık,
kavuşulması en uzak bir hedef olarak hep önümüzde duracak gibi.
Kusura bakmayın laf lafı açtı,
vaktinizi aldım Mesut Bey. Ama bunca lütufkâr bir şekilde davet ederek beni
onurlandırdığınız bu nazik teklifinizi kısa bir cevapla reddetmek büyük kabalık
olurdu muhakkak. Neden kabul edemeyeceğimi size ana hatlarıyla böyle
açıklayarak gerekçelendirmek istedim.
Ben su katılmamış, has bir
taşralıyım! Yoksa böyle değerli bir davete nasıl icabet edilmez ki? Bunu ancak
bir taşralı yapabilir! Oraya gelip taşra hakkında görüşlerimi sunsaydım,
kimliğimin önemli ve zavallı bir parçası olan taşralılığımı kaybedecektim. Bunu
asla göze alamam!
Satırlarıma burada son verirken
çalışmalarınızda kolaylıklar diliyor, yürekten selamlarımı iletiyorum. Hoşça
kalınız.
POLAT ONAT
20.03.2013 / Batman
- Varlık Dergisi, Sayı: 1271, Ağustos 2013, sayfa:
6
29 Ocak
1957 tarihinde Kadıköy’deki evinde kalp krizi sonucu bir şair ölmüştü. 31
Ocak’ta kılınan cenaze namazının ardından aynı gün Eyüp Sultan’daki aile
kabristanına gömülmüştü. 1980 yılında Eyüp Sultan mezarlığında kimi tadilatlara
gidilmiş, kabirler arasındaki patikaların da mezara dönüştürülmesi sonucu,
kabristanda yapılan değişikliklerle şairimizin mezarının kaybolduğu ortaya
çıkmıştı. Yapılan kimi araştırma ve çalışmalara rağmen şairin mezarı bugüne dek
bulunamadı yazık ki. Burada bahsi geçen sanatçı, öyle böyle bir şair değil.
Türk şiirinde kendine has önemli bir yer edinmiş değerli bir isimden
bahsediyoruz: Ziya Osman Saba.
Kendi
kültürümüze ve medeniyetimize karşı olan hovarda ve kıymet bilmez tavrımız evelezel
bilinen bir olgu. Ancak bir şekilde ortaya konması gereken kararlı tutum ve
planlı tavırlarla, belki şimdiye kadar gelişmiş bu hoyrat vefasızlığımızı
gelecek nesillere aktarmazsak, zararın bir yerinden de olsa dönmeye başlarız
diye düşünüyorum. Birçok köklü medeniyetler, yüzyıllar önce vefat etmiş kimi kıymetli
sanatçılarını saygıyla yad ederken, bizler çok değil, daha 57 yıl önce
yitirdiğimiz önemli bir şairimizi, mezarı kaybolmuş olarak unutuluşa terk
ediyoruz. Bu yazık değilse nedir?
Son derece şahsına
münhasır, dış etkilerden epeyce yalıtık, kendi kozasında yaşayan derviş gibi bir
şairdi. Sabır, tevekkül, merhamet ve şefkat şairiydi Ziya Osman Saba. Benzersiz
kırılganlığa sahip, neredeyse şeffaflaşmış pırıltılı dizeleri kendi zamanı
içinde yeterince ön plana çıkamamış, hak ettiği konuma tam olarak ulaşamamıştı.
“Yedi Meşaleci” şairler arasında, şiirleriyle en sivrilen isim olmasına rağmen,
kişilindeki mütevazılıkla hep geri planda kalmayı seçmişti.
Sadece,
Sebil ve Güvercinler (1943), Geçen Zaman (1947), Nefes Almak (1957) adlı üç
birbirinden kıymetli şiir kitabıyla değil; pırlana gibi parlayan incelikli
öyküler barındıran, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi (1952) ve Değişen İstanbul
(1957) adlı iki öykü kitabıyla da edebiyatımıza iz bırakmış bir sanatçıdır Ziya
Osman Saba.
57 yıl önce
bugün yitirmişiz Saba’yı. Mezarını da kaybetmişiz. Halen eserleriyle
yüreklerimizi titreten bir şairi unutuşa terk edebilmek bu kadar kolay
olmamalı. Nasip olsa da yetkililerimiz kadirşinaslık göstererek bir kültür merkezine
“Ziya Osman Saba Kültür Merkezi” adını verse şiirimiz ve edebiyatımız adına
güzel ve onore edici bir gelişme olmaz mı? “Arena Mega Kültür Merkezi” gibi
dilimizi sinsice zehirleyen isimlere rağbet edildiği bir çağda, bu bahsettiğim
öneriye ne kadar rağbet edilir, inanın ben de bilmiyorum. Ama ne diyelim;
Saba’nın bir şiirindeki dizeleri hatırlatalım umut olarak: "Bütün saadetler
mümkündür… / Bahtsızların biraz gülümsemesi… / Körlerin gün görmesi, /
Mümkündür bütün mucizeler…" (Geçen Zaman, sayfa: 37)
Ziya Osman
Saba’nın, bir başka kıymetli şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı ile lise döneminde
başlayan vefalı dostlukları dillere destandır. Ziya Osman Saba’nın can dostu Cahit
Sıtkı Tarancı’nın vefatı üzerine yazdığı şiir, son şiiri olacaktır şairimizin.
Çünkü yakın dostu Tarancı’nın trajik ölümünün ardından, üç ay sonra Saba da bu
fani dünyadan göçüp gitmiştir. Bu şiiri hatırlayarak yazımızı bitirelim: